A

TÜRK EDEBİYATI

Türk kültür dairesinde oluşmuş edebî birikim.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mustafa İSEN
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI
TÜRK EDEBİYATI

Türk kültür dairesinde oluşmuş edebî birikim.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mustafa İSEN
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI

a) Başlangıçtan Tanzimat'a Kadar Türk Edebiyatı: Türkçe, benzer örnekler gibi sözlü kültüre dayalı olarak gelişti. Destanlar, koşuklar, sagu ve savlar (atasözleri) bu edebiyatın en erken dönemine ait sözlü edebiyat ürünleridir. Daha sonraları yazı diliyle oluşturulan örnekler ortaya çıkmıştır. Türk yazı dilinin yazılış tarihi bilinen ve en eski örnekleri Orhon yazıtlarıdır (bk. Göktürk Yazıtları).

Din birliği üzerine kurulan medeniyetler, içlerine aldıkları farklı etnik yapıdaki unsurlardan az çok birbirine benzeyen yeni bir yapı oluştururlar. Karahanlılar'ın X. yüzyılın ortalarında müslüman olmalarından sonra Türk tarihinde de yeni bir dönem başladı ve bundan sonra bir Türk-İslam kültürü oluşmaya başlamıştır (bk. Karahanlılar).

İslamî Türk edebiyatının bilinen ilk eserleri -XI. yüzyıl ortalarında- Hâkanî Türkçesi ile yazılmaya başlanmıştır. Başta gazel, mesnevi, musammat gibi nazım şekilleri, tevhit, münacat, naat, methiye, mersiye gibi türler, edebî sanatlar bu dönem ürünlerini öncekilerden farklı kılar. Bu dönemde Arap alfabesi kullanılmaya başlanmış, bu alfabe yanında bir süre daha Uygur harflerinin kullanımı devam etmiştir. Özellikle din ile irtibatı olan Arapça ve Farsça kelimeler de Türkçe'ye girmeye başlamıştır. Bu yeni tarz ürünler yanında hece vezni ve dörtlüklere dayanan halk edebiyatı ürünleri de üretilmeye devam etmiştir.

Dandanakan Savaşı'ndan sonra (1040) Orta Asya büyük ölçüde Oğuz Türkleri'nin kontrolüne girdi. 1071 Malazgirt zaferinden sonra ise Anadolu fethedildi. XIII. yüzyıl başlarında Moğollar'ın Türkistan'da kalmış olan Oğuz Türkleri'ni göçe zorlaması neticesinde Azerbaycan ve İran büyük ölçüde Türk bölgeleri haline dönüştü. Böylece Türk yazı dilinin kullanıldığı Türkistan sahasından uzakta, yeni bir coğrafyada, büyük bir Türk kitlesi teşekkül etmiş oldu. Bu yeni şartlar bölgede yeni bir yazı dili meydana getirdi. En eski ürünlerini XIII. yüzyıldan itibaren Selçuklu Devleti ile birlikte görmeye başladığımız bu yazı dili, Anadolu Selçuklu Devleti'nin zayıflaması sonucu ortaya çıkan beylikler çerçevesi içinde daha hızlı bir gelişme çizgisi gösterip yeni bir edebî dil olarak ortaya çıktı. Ardından Osmanlı Devleti ile birlikte gelişmesini sürdürerek nazım ve nesirde dünyanın en büyük ve en işlek dillerinden biri haline geldi.

Bu coğrafyanın ilk döneminin şairlerinden Mevlânâ Celâleddin Rûmî (1207-1273), Ahmed Fakih (?-?), Dehhânî (ö. 1401'den önce), Âşık Paşa (1271-1332) ve bunlara eklenecek başka isimler Horasan'la ilişkilidir. Bu durum bir kültür ve edebiyat havzası olan Horasan'ın Anadolu'daki Türk edebiyatının doğuşunda etkin olduğunun göstergesidir.

Bu ilk dönemde yeni toplumsal yapının beklentilerine uygun, daha çok eğitim amaçlı bir yeni dile ihtiyaç vardı ve ilk dönem örnekleri bu bakımdan büyük ölçüde didaktik metinler olarak ortaya çıktı. Nazım ve nesir şeklinde iki koldan gelişen Batı Türkçesi'nin ilk ve hâkim örnekleri nazımdır. Çünkü bu dönemde şiir, nesre göre toplumda daha çok rağbet görmekte, kolay ezberlenebilme özelliğinden ve ayrıca müzik eşliğinde okunabildiğinden dolayı hem akılda kolay kalmakta hem de kolayca yayılabilmekteydi (bk. Şiir).

XIII. yüzyıl Anadolu sahasında boy göstermeye başlayan Türk edebiyatının şiir alanındaki başlıca temsilcileri Sultan Veled (1226-1312), Ahmed Fakih, Yunus Emre (1241-1321) gibi şairlerdir. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled Anadolu'da Türkçe'nin ilk ses bayraklarından biridir (bk. Mevlânâ Celâleddin Rûmî).

XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre Anadolu Türkçesi'nin müstakil bir yazı dili olarak kuruluşunda önemli bir paya sahiptir. Yunus Emre'nin metinlerinde devrinin Türkçe'sinde var olan ve halk tarafından da anlaşılan Arapça ve Farsça kelimeler de yer alır. Dili folklorik üslubun bütün özelliklerini taşıyan, hatta bunu yer yer bedîî dile doğru götüren çok önemli bir gelişmedir. Divanı, klasik divan anlayışından farklı olmakla birlikte Anadolu'da bu adla anılan ilk Türkçe örnek olma özelliği taşımaktadır. Bu ilk dönem metinleri yeni bir oluşum sürecinin ürünleri olduğu için daha çok dinî- tasavvufî, tarihî, hamasî ve ahlakî nitelikte, çoğu çeviri ağırlıklı örneklerdir.

XIV. yüzyılda Gülşehrî (ö. 1318'den sonra), Âşık Paşa, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza (ö. 1348'den sonra), Şeyhoğlu Mustafa (1340-1414 [?]), Yûsuf-ı Meddâh, Ahmedî (ö. 1413), Hoca Dehhânî bu dönemin önemli isimleridir.

XIV. yüzyılda yeni bir hüviyet, yeni bir şekil, yeni bir heyecan ve ruhla meydana getirilen eserlerin çoğunluğunu dinî-ahlakî mesneviler oluşturur. Bunlar genellikle Anadolu insanını eğiten, yeni anlayışı yerleştirme çabası içindeki örneklerdir. Bir süre sonra bu türe Yusuf u Züleyhâ, Süheyl ü Nevbahâr, Hüsrev ü Şîrîn, Cemşîd ü Hurşîd ve Hurşîd-nâme gibi romantik mesneviler de eklenmiştir. XIV. yüzyılda, Anadolu'da dil itibariyle Âzerî Türkçesi'ne yakın olan şairler de yetişmiştir. Bunlar Kadı Burhâneddin (1345-1398), Erzurumlu Darîr ve Seyyid Nesîmî'dir (ö. 1405). Nesîmî, Türkçe'nin sadece bu yüzyılda değil bütün tarihindeki en coşkun ve en lirik tasavvuf şairlerinden biridir. O şiirlerinde inandığı düşüncenin tefekkür boyutunu, duygu planına taşıyarak olağanüstü bir çerçevede ifade etmiştir. Bu haliyle yazdıklarını düşüncelerini ileten bir form olarak kullanmasına rağmen bunu lirizmin de en üst boyutunda dile getirerek dünyada örneklerine az rastlanacak bir başarıyı gerçekleştirmiştir.

Manzum eserler yanında Anadolu'da XIV. yüzyılda mensur eserlerin sayısında da giderek bir artış görülür. Bu eserlerin muhteva olarak tamamı dinî ve tasavvufî karakterlidir. Başlangıç yıllarında görülen mensur eserlerin Kur'an ya da onun tefsiri olması tesadüfi değildir. Yeni bir dini kabul etmiş olan Türkler, yeni dinlerinin kutsal kitabıyla ilgilenmişlerdir. Bunu takiben İslam dininin Kur'an'dan sonra en önemli kaynağı olarak hadislerin çevirileri dikkat çeker. İbadet faaliyetlerini düzenleyen ilmihaller, akait, İslam hukuku nazariye ve uygulamalarını içeren fıkıh ve tasavvuf metinleri bu anlamda ilk göze çarpan örneklerdir. Ek olarak menkıbevî İslam tarihleri, peygamberin hayatını anlatan siyerler, kısas-ı enbiya, dinî destanî metinler, menakıpnameler, ilk dönemlerden itibaren karşılaşılan hem mensur hem de manzum ürünlerdir. Bu dönem eserlerinin en önemli özelliklerinden biri de Arapça ve Farsça'dan çevrilmiş olmalarıdır. Bu metinler sadece içerik bakımından değil, üslup ve anlatım bakımından da yalın özellikler gösterirler. Hoca Mesud (ö. 1400-01'den önce), Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa (1340-1409'dan önce), Mercimek Ahmed (ö. 1432'den sonra [?]) bu tarzda eserler kaleme alan isimlerdir.

Bu yüzyılda din uğruna yapılan savaşlardaki fedakârlıkları, kahramanlıkları ve kerametleri dile getiren Hamzaname gibi eserler de kaleme alındı.

Dinî nitelikli bu eserler yanında XIV. yüzyılda yavaş yavaş dünyevi konuların da yer almaya başladığı görülür. İnsanın bu dünya ile ilgili arzularını ve heveslerini dile getiren eserler de kaleme alınmaya başlanır. İnsanların gerçek dünya ile ilgili eğilimlerinin güçlenmesi sonucu yeni tür ve şekiller doğmaya başlar.

Osmanlı Devleti, XV. yüzyılda Ankara Savaşı'na (1402) rağmen Çelebi Mehmed'in tahta geçmesiyle birlikte (1413-1421) yeniden toparlanmaya başladı. Bu yüzyıl, siyaset yanında Osmanlı Devleti'nin kültür ve medeniyet bakımından da ilerleme devridir. XV. yüzyılda Türkçe sadece halkın konuştuğu bir dil olmaktan çıkıp edebî sahada bir yazı diline dönüşmeye başladı. Bu evrede, kültür hareketlerini koruyup geliştiren, Türkçe'nin büyük devlet dili olmasına zemin hazırlayan II. Murad oldu. Onun devrinde devlet resmen dile müdahalede bulunmuş, Türkçe'ye Arapça ve Farsça'dan bazı tercümeler yaptırılmış; mütercimlere eserlerinde sade ve açık bir dil kullanmaları tavsiye edilmiştir. Daha sonra adına klasik Türk edebiyatı adı verilecek olan bu tarz şiirin ilk büyük üstadı Şeyhî'dir (ö. 1431). Yüzyılın ikinci yarısında ise iki büyük şair Ahmed Paşa ve Necâtî (ö. 1509) yetişti. Şeyhî Divan'ı, Hüsrev ü Şîrîn mesnevisi ve Har-nâme adlı küçük mesnevisi ile klasik şiirin her alanda ilk başarılı örneklerini verdi. Bu eserleriyle Şeyhî, divan şiirinin Anadolu'daki ilk temsilcilerindendir. Devlet adamı ve bilgin Ahmed Paşa (ö. 1497), klasik şiir vadisinde, Şeyhî'den aldığı bayrağı bir adım daha ileriye götürmüş, onun şiirinde eleştiri unsuru olan arkaik kelimelerden şiirini arındırmış, işlek, ahenkli, ince ve zarif hayallerle süslü, edebî sanatlara ustalıkla yer veren bir şiir ortaya koymuştur. Bu dönemde ortaya çıkan önemli isimlerden biri de Necâtî'dir. Necâtî, kendisine gelinceye kadar oldukça mesafe kat eden İstanbul Türkçesi'ni Türkçe deyim ve atasözleriyle zenginleştirerek bir yazı diline dönüştürmüştür.

Osmanlı sarayında başta şehzadeler olmak üzere devlet yöneticileri şiir, inşa, musiki ve hat sanatlarında eğitilirler. Bu itibarla Osmanlı padişahlarının çoğu hem şairleri korumuş hem de şiir yazmıştır. Yıldırım Bayezid, Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî ve Niyâzî ile Emîr Süleyman, Ahmedî, Ahmed-i Dâî ve Hamzavî ile Çelebi Mehmed, Ahmedî, Ahmed-i Dâî ve Şeyhî ile ilgilenmişlerse de asıl yoğun alaka II. Murad devrinde (1421-1451) başlar. II. Murad, Osmanlı hanedanı içinde ilk şiir söyleyen padişahtır. Bu yüzden devrinde şiir revaç bulmuş, şairlere maaş bağlanmış, bu yüzden de Şeyhî, yeğeni Cemâlî, Şemsî, Nakkaş Sâfî, Gelibolulu Zaîfî, İvazpaşazâde Atâî, Hüsâmî, Hassan, Bursalı Ulvî ve Aşkî gibi bir şair kadrosu teşekkül etmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde ise (1451-1481) bilim ve sanata sağlanan teşvik zirve noktasına ulaşmıştır. Birkaç dil bilen Fâtih, bilim alanında yetkin olduğu gibi şiir alanında da dikkat çeken bir isimdi. Sultan şairler arasında ilk divan tertip eden ve adı dışında ilk mahlas kullanan padişah odur. Avnî mahlasıyla söylediği şiirler, çağının önde gelen ustalarının örnekleriyle yarışacak niteliktedir. Devrinde 185 şairin maiyetinde bulunduğu, otuz kadarının maaşa bağlandığı rivayet edilir (bk. Fâtih Sultan Mehmed).

Fâtih dışında bu dönemde Sadrazam Mahmud Paşa ile Şehzade Cem de (1459-1495) şairleri koruyan kişiler olarak dikkat çeker. Bu yüzyılda tahta geçen bir diğer padişah II. Bayezid (1481-1512) Adlî mahlasıyla şiirler söylemiş ve bunları bir divanda toplamıştır. Şehzade Cem ve Şehzade Korkut da (1469-1513) şiir yazmıştır. Cem'in Türkçe ve Farsça divanı ile Cemşîd ü Hurşîd adlı mesnevisi vardır. Hanedan mensupları yanında devrin önde gelen devlet adamları da hem şiir yazmış hem de yazanları korumuşlardır. Bunların başında kuşkusuz Adnî mahlasıyla Türkçe, Farsça şiirler söyleyen Mahmud Paşa (ö. 1474) gelir. Melîhî, Atâî, Cemâlî, Karamanlı Nizâmî, Cem Sultan'ın maceralı hayatında hep yanında olan Cem Sâdîsi, ilk defa atasözü ve deyimlerle örülü şiirler kaleme alan Cezerî Kasım Paşa, Tâcîzâde Câfer Çelebi bunların başlıcalarıdır.

Bu yüzyılda ilk defa kadın şairler de dikkat çeker. Amasyalı bir ailenin kızı olan Zeynep Hatun (ö. 1475) bunların ilkidir. Divan tertip ettiği söylenirse de bu eser henüz ele geçmemiştir. Bir diğer kadın şair Amasyalı Mihrî Hatun'dur (1455 [?]-1515). Bu yüzyılda artık Rumeli şehirleri de Osmanlı kültür çevresini zenginleştirmeye başlamışlardır. Rumelili şairlerin başında Priştine doğumlu Mesîhî (ö. 1513) gelmektedir. Gül-i Sad-berg adlı bir münşeat mecmuası kaleme almış ve divan tertip etmiştir. Osmanlı edebiyatı için yeni ve Türk edebiyatına özgü bir tür olan şehrengiz yazma geleneğini başlatmıştır. Batı Türkçesi'nin başlangıcında ağırlıklı bir yekün tutan mesneviler, bu yüzyılda da kaleme alınmaya devam edildi. Yüzyılın sonunda ise Akşemseddinzâde Hamdî (1499-1503), Anadolu sahasının ilk hamsesini kaleme aldı. Yüzyılın hamse yazan bir başka şairi de Bihiştî'dir (1450 [?]-1512, 1520 [?]).

Dinî ve tasavvufî edebiyat da XV. yüzyılda gelişimini sürdürdü. Bu tarz eserlerden ilk akla gelen örnek, yüzyıllardan beri âdeta kutsal bir metin özelliği kazanmış olan Süleyman Çelebi'nin (1351-1422) Mevlid'idir. Yazıcızâde Mehmed'in (ö. 1451) Muhammediye adlı eseri de halkın değer verdiği önemli dinî kaynaklardan biridir. Bu tür dinî ve tasavvufî eserler öncelikle okunmak ve anlaşılmak için yazıldıklarından yalın dil kullanımına ve açık anlatıma çok dikkat edilmektedir (bk. Muhammediye).

Âşık Paşa'nın tarzını sürdüren Aydınlı Rûşenî (ö. 1486), Yunus Emre tarzını sürdüren Hacı Bayram Velî (ö. 1430) ve şiirlerini bir divanda toplayan Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469) ve Kemal Ümmî (ö. 1475) yüzyılın dinî ve tasavvufî edebiyat vadisinde eser veren diğer önemli isimlerdir (bk. Hacı Bayram Velî).

Bu yüzyılda manzum tarihler de yazılmıştır. Enverî'nin Düstûr-nâme'si, Uzun Firdevsî'nin (1453-1517) Kutb-nâme'si, Sarıca Kemal'in (ö. 1489) Selâtîn-nâme'si bunlar arasındadır.

Mensur eserler açısından XV. yüzyılda şiirde kazanılan bu gelişmeye paralel bir nesir dilinden söz edilemez. Bu yüzyılda da nesir, konuşma dilinin bir adım önünde olup, kısa cümlelerle ve çeviri izleri taşıyan bir ifadeyle yalın bir üslup kullanılarak yazılmıştır. Bunun yanında sayıca az da olsa farklı türlerde ilmî ve bedîî üslupla kaleme alınmış estetik nesrin ilk örneklerine bu yüzyıl metinleri arasında rastlanacaktır. XV. yüzyıldaki mensur dil verimlerine bakıldığında dinî, tasavvufî ve dinî-destanî konulu eserler çoğunluğu teşkil ederler. Bunun yanında Dede Korkut Hikâyeleri ve Dânişmend-nâme gibi bazı kahramanlık hikâyeleri ile münşeat türündeki eserlere de rastlanır. Kısacası bu yüzyılda nitelik ve nicelik bakımından bir zenginleşmeden söz edilebilir.

Her sosyal gelişmenin hususi bir tarihe ihtiyacı, olayların ortaya çıkışından sonradır. Osmanlı tarihinde de özellikle İstanbul'un fethinden sonra bir imparatorluk kurmuş olmanın bilinciyle toplum, her türlü sosyal, iktisadî ve kültürel faaliyetlerini yazıya geçirme şuuru kazanmıştı. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun üzerinden epey zaman geçtiği için Osmanoğulları tarihleri (tevârîh-i Âl-i Osmân) bir ihtiyaca cevap vermek üzere kaleme alınmaya başlanmıştır. Bunların önemli bölümü ilk örnekler ve çağının anlayışının ürünü olması açısından sade bir dil ve destanî unsurlarla iç içe yazılmışlardır. Osmanlı tarihçiliğinin önemli bir kolu olan tevârîh-i Âl-i Osmânlar'ın ilk mensur örneğini yazan Âşıkpaşazâde'dir (1400-1484). Türün diğer bu tarz eserleri Mehmed Neşrî Efendi'nin (ö. 1521[?]) Cihan-nümâ'sı ile Tevârîh-i Âl-i Osmân ya da Neşrî Tarihi olarak anılan çalışmalardır. Târîh-i Ebü'l-Feth ya da Tursun Bey Tarihi ise klasik İslam tarihçiliğinin Osmanlılar'da takipçisi olarak görünen ilk eserdir. Bu eserde artık kısa cümleler, süssüz yalın ifadeler yerine Farsça ve Arapça cümle yapılarına rastlanmaktadır. Bu yeni anlayış artık Osmanlı nesir dilinde hâkim bir unsur olmaya başlayacak ve bundan böyle söyleneni derinleştirmek yerine söyleyişi güzelleştirmeyi hedef alan bir çerçeveye bürünecektir.

Yazarı belli olmayan fakat Oğuz destanının bir parçası ve devamı olan Dede Korkut Kitabı, nesir tarihi için çok önemli bir merhaledir. Bu eser, eski tarihlere uzanan tabii Türk nesrinin kendi çağındaki bir devamı niteliğindedir ve özellikle çeviri eserlerde ya da onların etkisinde gelişen Batı Türkçesi örneklerinde karşımıza çıkan dil, üslup ve sentaks hususiyetlerinin ötesinde, tabii Türkçe akışın bir yansımasıdır (bk. Dede Korkut).

Anadolu'da birbiri ardınca tekkeler kuran tarikatlar, mürit ve dervişlerin eğitimi ile alakalı çoğu didaktik manzum ve mensur eserler kaleme alma ihtiyacı hissetmişler, bu da tasavvuf konusunda pek çok eserin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu tarz mensur eserlerin XV. yüzyılda en önde geleni Eşrefiye tarikatının kurucusu Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 1469) Müzekki'n-Nüfûs adlı eseridir. Bu yüzyılda tasavvufî mensur örneklerin en dikkate değer olanlarını Kaygusuz Abdal (ö. 1444) kaleme alır. Tasavvufî eserlerin bir başka kolunu oluşturan menakıpnamelerden de bu yüzyılda kaleme alınan eserler bulunmaktadır. Türün dikkate değer özelliği, olağanüstü unsurlara çokça yer vermesidir. Hacı Bektaş-ı Velî Velâyet-nâmesi; Ebü'l-Hayr-ı Rûmî tarafından yazılan Saltuk-nâme, Otman Baba'nın halifelerinden Küçük Abdal tarafından yazılan Velâyet-nâme-i Otman Baba adlı menakıpname, Eşrefoğlu Rûmî'nin hayatı ve kerametlerini anlatan Eşrefoğlu Menâkıb-nâmesi ile Fâtih Sultan Mehmed'in veziri Mahmud Paşa'nın menkıbevî hayatını anlatan Menâkıb-ı Mahmud Paşa, yüzyılın bu türdeki diğer eserleridir. Bu yüzyılda secili nesir de ilk örneklerini verecektir. Eserini, Hâce Abdullah Ensârî'nin çalışmalarını göz önünde tutarak secili bir tarzda kaleme alan Sinan Paşa (1441 [?] -1486), Türk edebiyatında bu tarzın ilk ve en başarılı örneklerinden birini vermiştir.

XV. yüzyılda hem siyasî hem de kültürel bakımdan gelişen toplumsal yapı, XVI. yüzyılda muktedir padişahların yönetiminde büyüme ve gelişmesini sürdürerek dünyanın en büyük devletlerinden biri haline gelmiştir. Osmanlı padişahları bir yandan siyasî yapıyı güçlendirmeye gayret gösterirken bir yandan da bilimde ve sanatta ilerleme ve yükselme gereğini farketmişler, bunun gerçekleşmesi için gereken desteği sağlamışlardır. İstanbul kısa sürede bu defa İslam medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri haline geldi. İstanbul'da başta saray olmak üzere devlet adamlarının konakları, şair, yazar ve ilim adamlarının toplandığı birer merkez oldu. Payitahtta ortaya çıkan bu yapı, değişik görüntülerle taşraya doğru yayıldı ve devletin her tarafında önemli kültür merkezleri oluştu. Bağdat, Diyarbakır, Selanik, Konya, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi, Manastır, Üsküp gibi yerlerde pek çok sanatçı yetişti. Türkistan'dan çok sayıda şair Anadolu'ya geldi. İstanbul Türkçesi edebiyat muhitinde hâkim dil oldu.

Yüzyılın başında, Adlî mahlasıyla şiir söyleyen II. Bayezid (1447-1512), divan tertip etmiş sultan şairlerden biridir. Divanı basılmıştır. Devrinde otuzdan çok şaire yıllık maaş verilirdi. Yavuz Sultan Selim ise (1468 [?]-1520) şiirlerini Farsça yazmıştır. Bir divan tertipleyecek kadar çok şiiri vardır. Sultan Selim'in kısa saltanatından sonra, Osmanlı tahtına oturan Kanûnî Sultan Süleyman'ın saltanat yılları, Osmanlı ilim, kültür ve edebiyatının da en yüksek derecesine ulaştığı bir devir olmuştur. Bursa, Edirne, Konya, Diyarbakır gibi o zamana kadar büyük kültür merkezleri olan şehirler, onun devrinde yerlerini devletin başşehri İstanbul'a bırakmışlardır. Şiirle uğraşan Osmanlı sultanları içinde, en çok şiir söyleyen Muhibbî mahlasını kullanan Kanûnî Sultan Süleyman (1494-1566) olmuştur. Muhibbî'nin toplam gazel sayısı 4134'e ulaşmıştır. Uzun saltanatı boyunca, yüzlerce şair Kanûnî Sultan Süleyman'ın himayesi altında yaşamışlardır. Sultan II. Selim'in (1524-1574), divanı olmamakla birlikte güzel şiirleri vardır. Onun zamanında da şairler korunmuş, şair ulufeleri verilmeye devam etmiştir. Sultan III. Murad da (1546-1595) şair bir padişahtı.

İstanbul'un fethini izleyen yıllarda şiirde teşekkül eden ortak yapı, dil ve üslubunun ardından özellikle nazımda ortaya çıkan klasik görüntü, tür ve şekil kalıplaşması XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir. Buna klasik üslup nitelemesi yapılır. Nazım bu yüzyılda da sözü edilen bu çerçeve içinde kaside, gazel, kıta, müstezat, tuyug, rubâî, musammat, mesnevi gibi alanlarda eserler verdi. Nesirde aynı gelişme ancak Kanûnî Sultan Süleyman zamanında sağlanabilmiştir (1520-1566).

XVI. yüzyıl kaside, gazel ve mesnevide parlak bir devirdir. XV. yüzyılın sonunda artık Türk şiiri, Anadolu'da uzun bir süre geçirdiği denemelerle nazım şekilleri, aruz kalıpları, konuları, mazmunları belirlenmiş ve gelişmeye hazır bir hale gelmiştir. XVI. yüzyılda devletin gelişmesi ve güçlenmesiyle şiirdeki gelişme daha da hızlanmış ve artık Fuzûlî, Hayâlî Bey, Bâkî gibi şiire yön veren ve Türk şairlerince örnek alınacak şiir ustaları yetişmiştir. Bu yüzyıl şiiri, aruzun kullanılışındaki ustalık ve şiir tekniğinde erişilen mükemmellikle, dıştaki ahengiyle en parlak ve olgun devrini yaşamıştır. İran'dan alınan mazmunlar dikkat ve itina ile işlenmiş, kelimeler arasında sıkı ve girift bağlantılar kurulmuş, sonuçta şiir, bir incelik ve derinlik kazanmıştır. XVI. yüzyılda artık büyük şairlerin elinde hatasız ve ustaca kullanılan bir Türk aruzu meydana getirilmiştir. Osmanlı Türkçesi de klasik biçimini almış, Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden ayrılarak birçok Türkçe kelime yerine Arapça ve Farsça'dan deyimler, kelimeler ve uzun tamlamalar kullanılmaya başlanmış, Türkçe yeni bir biçime dönüşmüştür. Dil önceki yüzyıllardan oldukça farklı, daha süslü ve ağdalı bir dildir. Bir yandan İran şiirinin süregelen tesiriyle, bir yandan da dili aruz kalıplarına daha kolay uygulayabilmek için alınan Arapça ve Farsça kelimelerin çoğalmasıyla, sonradan Osmanlıca denilen bir dil meydana gelmiştir. Bu dilde Türkçe kelimeler azalmış, buna karşın Türkçe, cümle yapısında kendini hissettirmeye devam etmiş, böylece kelimelerinin bir kısmı yabancı, ama söylenişi Türkçe olan bir şiir dili geliştirilmiştir. Divan şiiri, kelimelerdeki bu değişimin yanında XVI. yüzyıldan itibaren giderek simgeci, kavramsal bir şiir özelliği kazanmış, üslup açısından da artık Şeyhî ve Ahmed Paşa tarafından temelleri atılan klasik üslup yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu yüzyılda da folklorik üslup olarak tanımladığımız sade, açık ve kolay anlaşılır metinler yazılmaya devam etmişse de bunların oranında önceki dönemlere göre azalmalar vardır. İlmin, sanatın, şiir ve edebiyatın gelişmesini hazırlayan böyle uygun bir zeminde XVI. yüzyılda büyük bilim adamları, büyük sanatçılar, büyük şairler ve büyük nesir ustaları yetişmiştir. Asra damgasını vuran şiir ustaları Bâkî (1526-1600), Fuzûlî (ö. 1556) ve Hayâlî'dir (ö. 1557). Fuzûlî, üç dilde yazdığı divanları, mesnevileri ve mensur eserleri ile Türkçe'nin bütün dönemler içinde en büyük şairlerinden biridir (bk. Fuzûlî; Bâkî). Bu büyük isimlerin etkisi altında gelişen XVI. yüzyıl şiirinde kaside ve gazelde başlıca şu şairleri görüyoruz: Halîmî (ö. 1517), Ahî Benli Hasan (ö. 1517), Nihânî (ö. 1519), Bihiştî Sinan Çelebi (ö. 1520), Tâliî Mehmed Çelebi (ö. 1516), Hayâlî Abdülvehhap Çelebi (ö. 1523), Revânî (ö. 1523), Figânî (ö. 1532), Kemalpaşazâde Şemseddin Ahmed (ö. 1534), Hayretî (ö. 1534), İshak Çelebi (ö. 1536), Zâtî (ö. 1546), Edirneli Nazmî (ö. 1554), Bursalı Rahmî (ö. 1567), Celîlî (ö. 1569), Fevrî (ö. 1571), Âgehî (ö. 1577), Yahyâ Bey (ö. 1582), Nev'î (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve Bağdatlı Rûhî (ö. 1606).

Bu yüzyılda mesnevi türünde de pek çok eser yazılmıştır. Daha önceki yüzyılların çoğu didaktik ve ahlakî konulu eserlerine karşılık, XVI. yüzyılda daha çok tasavvufî ve tarihî konular yahut tanınmış aşk hikâyeleri mesnevi halinde söylenmiş, bazıları da Farsça'dan Türkçe'ye aktarılmıştır. Bursalı Lâmiî (ö. 1531-32), Câmî'nin eserlerini Türkçe'ye aktarmış ve bu yüzden "Câmî-yi Rûm" diye anılmıştır. Bursalı Hamîdîzâde Celîlî (ö. 1569'dan sonra), Yahyâ Bey, Âzerî İbrâhim Çelebi (ö. 1585) mesnevi şairleridir. Bu dönemde nazire mecmuaları da yaygınlaşmıştır. 1436 yılında Ömer b. Mezîd tarafından toplanmış ilk nazire mecmuasından sonra edebiyatımızın bütün tanınmış nazire mecmuaları XVI. yüzyılın ürünüdür. Eğridirli Hacı Kemal tarafından 1512 yılında düzenlenen Câmiu'n-Nezâir, Edirneli Nazmî'nin Mecmau'n-Nezâir, Pervâne b. Abdullah'ın Mecmua-i Nezâir adındaki eseri bunların başlıcalarıdır.

Nazma göre gelişimi biraz geç seyreden mensur eserlerin hemen hemen bütün önemli türleri XVI. yüzyılda kaleme alınmıştır. Anonim kronikler ve bütünüyle Osmanlı tarihini ele alan eserler dışında Selimname, Süleymanname gibi isimler altında da tarihler yazılmıştır. Bunlara ek olarak vezir ya da ünlü komutanlardan birinin gazalarını anlatan gazavatname isimli eserler de yine bu yüzyılda kaleme alınmaya başlanır. XVI. yüzyılın büyük tarihçileri olarak en başta Kemal Paşazâde, Hoca Sâdeddin (1575-1618), Lütfi Paşa (ö. 1653), Celâlzâde Mustafa Çelebi (ö. 1576), Gelibolulu Mustafa Âlî (1541-1600), Selânikî (ö. 1494-1567), Küçük Nişancı Mehmed Paşa b. Ramazan Çelebi'yi (ö. 1571) saymak gerekir.

Münşeat mecmualarının XVI. yüzyılda son derece değerli bir örneği Feridun Bey (ö. 1583) tarafından tertip edilmiştir. Tanınmış kişilerin hayat hikâyelerinden bahseden bir tür olan biyografi, denebilir ki insanlıkla yaşıt bir bilim dalıdır. Türün Osmanlılar'daki ilk örneğini Taşköprizâde Ahmed Efendi (1495-1561), eş-Şekaiku'n-Nu'mâniyye fî Ulemâi'd-Devleti'l-Osmâniyye adıyla yazdığı eserinde verir. Yazıldığı dönemden itibaren büyük bir ilgiye mazhar olan ve zeyillerle XX. yüzyıl başlarına kadar devam eden bir geleneğin ilk halkasını teşkil eden bu eser, 1558 yılında Arapça olarak kaleme alınmıştır. eş-Şekaiku'n-Nu'mâniyye, Türkçe'ye çevrildiği gibi zeyilleri yazılmış örnek bir eserdir. Bilginlere ait biyografiler gibi şairlerin hayatlarından söz eden ilk şuara tezkireleri de bu yüzyılda görülür. Türkçe'de türün ilk örneğini Doğu Türkçesi geleneği içinde Ali Şîr Nevâyî (1441-1501) vermiştir; Mecâlisü'n-Nefâis (1491) adını taşıyan bu eser, Osmanlı müellifleri üzerinde derin etkiler bırakmış ve model alınmıştır (bk. Ali Şîr Nevâyî).

Şairler tezkiresi olarak kaleme alınan ilk eser Sehî Bey'in (ö. l548) Heşt-Behişt'idir (l538). Bu eserin yazılıp Osmanlı sanat dünyasına takdimi dönem aydınları arasında büyük ilgi görmüş olmalı ki türün bu topraklarda peş peşe çok başarılı örnekleri yazılmaya başlanmıştır. Öyle ki artık tezkire geleneği, şiirin dışındaki alanları da kuşatarak XX. yüzyıl ortalarına kadar kesintisiz devam etmiştir. Sehî Bey'den kısa bir süre sonra ikinci tezkireyi Latîfî (ö. l582) verir. Sonra Ahdî (ö. l593), Âşık Çelebi (l520-l571), Hasan Çelebi (ö. l604) ve Beyânî (ö. l597) tezkire kaleme alan yazarlardır.

Kuşkusuz XVI. yüzyıl, bu çalışmalar dışında da pek çok mensur eserin kaleme alındığı bir dönemdir. Bunların önemli bölümünü dinî tasavvufî eserler oluşturur. Sözü edilen bu tür eserler, XVI. yüzyılda da yalın bir dil ve açık bir üslupla kaleme alınmıştır. Birgili Mehmed Efendi'nin Vasiyet-nâme'si, Sofyalı Bâlî'nin Etvâr-ı Seba'sı, Karamanlı Abdüllatîf b. Durmuş'un Âdâb-ı Menâzil'i bu tarz eserlerdir. Bu yüzyılda geçen yüzyılların devamı olarak pek çok çeviri yapılmıştır. Fakat buna ilaveten XVI. asırda özellikle Farsça'nın popüler eserlerine çok sayıda şerh yazılmıştır.

XVI. yüzyılda tekke edebiyatı açısından da önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda Bayramîliğin devamı olan Hamzaviye kolu, Türk edebiyatında etkin bir konum elde etmiş ve Kaygusuz Vizeli Alâeddin (ö. 1563) gibi önemli bir temsilcini yetiştirmiştir. Eşrefoğlu Rûmî'nin halifesi ve damadı Abdürrahim Tirsî (ö. 1519), Sünbül Sinan (1475-80-1529), Gülşenîliğin kurucusu İbrâhim Gülşenî (ö. 1533), Sinâniye'nin kurucusu Ümmî Sinan (ö. 1568), Üftâde (1477-1580), Yunus'un izleyicisi Seyyid Seyfullah (ö. 1601) ve Azmî Baba bu yüzyılın önemli isimleridir.

XVI. yüzyıl hem nazım hem de nesir alanında ortaya koyduğu yüzlerce edebî ürünle kültürel alanda da zirvenin yaşandığı bir dönemdir. Sanat yönünden de Türk müellifler, İran edebiyatının ve İranlı ustaların gölgesi olmaktan kendilerini kurtarmışlardır. Sadece İstanbul kütüphanelerinde bu yüzyıla ait divanların sayısı 100'e yakındır.

XVII. yüzyılda devlet giderek bazı sıkıntılarla yüz yüze gelmekle birlikte bunlar henüz geniş kitlelere yayılmamıştı. Özellikle bozgunla sonuçlanan Viyana Kuşatması ve Karlofça Anlaşması'nın ardından (1699) toplum kendi değerlerinden kuşku duymaya başladı. Buna rağmen XVII. yüzyıl Türk edebiyatı yükseliş ve gelişimini sürdürmeye devam etmiştir. XVI. yüzyılda Bâkî'nin şiirinde görünen ve yaşanan dönemin edebiyata aksi olan yücelik ve ihtişam bu yüzyılın başında Nef'î'de tekrarlanmış, anılan asrın ikinci yarısından sonra aynı derecede hissedilmemiştir. Yaşanılan hayattaki sıkıntı bu defa edebiyata başka türlü yansımış, XVII. yüzyıl edebiyatı hiciv ve hezel alanına yönelmiştir. Nef'î (1572 [?]-1635), çoğu müstehcen küfürlerden oluşan bu tür şiirlerini Sihâm-ı Kaza'sında toplamıştır. Bu yüzyıldan itibaren artık kaside denince akla Nef'î gelmiş ve pek çok şair onun yolundan gitmiştir. Aynı yüzyılda Sabrî (ö. 1645) ve Âlî (ö. 1648) onun başlıca takipçileridir.

Klasik edebiyatın bu yüzyılda da gelişmesini sürdürmesinde temel etken, şiirin hayatın bir parçası sayılmasıdır. Bu dönemde de hanedan mensuplarının şiire ilgisi ve şairleri koruma çabaları devam eder. Yüzyılın başında Sultan I. Ahmed (1590-1617), Bahtî, Sultan II. Osman (1604-1622) Fârisî mahlasıyla şiirler yazmışlardır. Padişahların dışında bu yüzyılda Yahyâ ve Bahâî efendiler gibi iki büyük şair-şeyhülislam varlıklarıyla şairlik mesleğine itibar kazandırdıkları gibi, devir şairlerini koruyup gözeten isimler olarak da dikkat çektiler.

XVII. yüzyılda da Türk edebiyatı güçlü ve yaratıcı şairleri yetiştirmiştir. Bu şairler geleneği tekrarla yetinmez ve üsluplarında değişim görülür. Anlamdan ziyade sese önem veren bu üslupta açık ve tabii bir anlatım ön plandadır. Yahyâ Efendi (1552-1644), Bahâî Efendi (1601-1653), Vecdî (ö. 1661), Atâî (ö. 1635) ve Sâbit (ö. 1712), Mantıkî (ö. 1634), Kafzâde Fâizî (1589-1622), Ganîzâde Nâdirî (1572-1626), Bursalı Hâşim (ö. 1641), Riyâzî (1572-1644), Tıflî (ö. 1660), Kelîm-i Eyyûbî (ö. 1663), tezkire sahibi Rızâ (ö. 1672), Güftî (ö. 1677), Bursalı Tâlib (ö. 1706), Râmî Mehmed Paşa (ö. 1707), Mehmed Nedim'i de (ö. 1670) bu dönemin önemli şairleridir.

XVII. yüzyıla damgasını vuran asıl üslup sebk-i Hindî'dir (Hint üslubu). Sebk-i Hindî, yüzyılın ortalarına doğru moda halinde Türk edebiyatında görülür. Tarz İran'da doğmuş, Hindistan'da gelişmiş, daha çok Hindistan, Afganistan ve Türk edebiyatlarında kullanılmıştır. Akım, İran'da Safevîler devrindeki taassuptan bunalan ve Hindistan'a gitmek zorunda kalan şairler tarafından meydana getirilmiştir. Sebk-i Hindî, şiirin dayandığı iki temel unsur olan sözden ve mânadan ikincisine ağırlık verilmesi sonucu doğmuştur. Sebk-i Hindî şairleri şiirlerindeki muhtevayı ifade edecek söz üzerinde de dikkatle durmuşlar, sözün ince ve nazik olmasına özen göstermişler, yeni mânalar için de yeni kelimeler arayıp bulmuşlardır. Şiirde mâna hâkim olunca şairler fazla sözden kaçınarak kısa ve dolgun söyleyişi seçmişlerdir. Bu üslubun Türk edebiyatındaki gerçek temsilcileri Nâilî (ö. 1666), Şehrî (ö. 1660), İsmetî (ö. 1665), Neşâtî (ö. 1674) ve Fehîm'dir (ö. 1647).

Türk edebiyatının en önemli şair kaynaklarından biri olan Mevlevîlik en çok şairi bu yüzyılda yetiştirdi. Neşâtî dışında Sabûhî (ö. 1647), Fasih Ahmed Dede (ö. 1699), Cevrî İbrâhim Çelebi (ö. 1654) ve Mezâkî Süleyman Efendi (ö. 1676) bunların başlıcalarıdır.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında yetişen ve ekol sahibi olan en büyük şair Nâbî'dir (1642-1712). İyi bir öğrenim görerek yetişen şair, özellikle sebk-i Hindî şairleriyle moda olan muğlak ve soyut şiire karşı anlamı öne çıkaran hikemî üslubuyla daha sonra "Nâbî tarzı" diye anılacak olan kendine has yolun başlatıcısıdır (bk. Hayriye). Nâbî'den sonra bu tarz, Nev'îzâde Atâî, Sâbit (ö. 1712), Râmî Mehmed Paşa (1654-1707), Seyyid Vehbî (ö. 1736), Râşid (ö. 1670), Sâmî (ö. 1734), Münif (ö. 1744), Hâmî (ö. 1747), Râgıb Paşa (1698-1763), Haşmet (ö. 1768), İzzet Molla (1786-1829) gibi şairlerce temsil edilmiştir.

XVII. yüzyıl sadece gazel ve kaside alanında değil, diğer nazım şekilleri ve türlerde de önemli gelişmelerin kaydedildiği dönemdir. Mesnevi de bu yüzyılın en çok gelişme gösteren şekillerinden biridir. Yerli konular işlenmiştir. Târifat ve târifatnameler, şehrengizler, surnameler, sergüzeşt ve hasbihaller yazılmıştır. Neşâtî Edirne, Tâbî (ö. 1653) İstanbul ve Hacı Derviş Mostar için şehrengizler yazmışlardır. Taşköprü için de (yazılış 1639) kaleme alınmış yazarı bilinmeyen bir şehrengiz vardır.

Bir başka grup mesnevi ise okuyucunun kahramanlık duygularını harekete geçirecek bilgiler ihtiva etmektedir. Bu yüzyılın bilgin şairlerinden Ganîzâde Nâdirî'nin (1572-1626) II. Osman'ın emriyle yazdığı 1956 beyitlik Şeh-nâme'si bu tarz eserlerden biridir. Bu yüzyıl şairlerinden Murâdî'nin de aynı adı taşıyan bir mesnevisi vardır.

Bu yüzyılda Mustafa Nedim, Güftî, Sâbit ve Vuslatî (ö. 1688) zafername ya da gazaname yazmış şairlerdir. Bunların yanında sanatsal kaygının ön planda tutulduğu, okuyucunun edebî zevkine hitap eden, ana konusu aşk ve macera olan mesneviler de vardır. Bu yüzyılda Fâizî, Atâî, Sâbit, Nâbî, Varvarî Ali Paşa (ö. 1647) Güftî, Niğdeli Visâlî (ö. 1621) mesneviler kaleme aldılar.

Klasik edebiyata has türlerden biri olan sakinamelerin bu yüzyılda sayıları çok artar: Kafzâde Fâizî (ö. 1622), Azmîzâde Mustafa Hâletî (ö. 1630), Selanikli Esad (ö. 1633), Şeyh Mehmed Allâme Efendi (ö. 1634), Nef'î, Nev'îzâde Atâî (ö. 1635), Şeyhülislam Yahyâ Efendi, Riyâzî (ö. 1644), Sabûhî (ö. 1647), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Edirneli Ali (ö. 1648), Bahâî Mehmed Efendi, Cem'î Mehmed (ö. 1659), Tıflî (ö. 1659), Taybî Efendi (ö. 1680), Nâzikî (ö. 1687), Kelîm-i Eyyûbî (ö. 1687) ve Rüşdî XVII. yüzyılın bu türdeki diğer örneklerini kaleme almışlardır. XVII. yüzyılda yazılan on sekiz sakiname ile ulaşılan sayıca çokluğun yanında bu eserler şekil ve muhteva bakımından da bu yüzyılda zirveyi yaşamıştır.

XVII. yüzyıla gelindiğinde tarih yazıcılığının önünde de diğer türlerin sahip olduğu birikimler bulunmaktaydı. Veysî (1581-1627) ve Nergisî (ö. 1635) dışında Hasan Beyzâde (ö. 1638), Rıdvan Paşazâde Abdullah Çelebi Mustafa b. Rıdvan, İbrâhim Peçûyî (ö. 1651), Karaçelebizâde Abdülaziz (ö. 1658), Abdurrahman Hibrî (1603-1676), Hüseyin Hezarfen (ö. 1691), Ahmed b. Lütfullah bunlar arasındadır. Padişaha sunduğu birtakım layihalarla bu yüzyılın düşünce ve yönetim tarihinde önemli görevler ifa eden Koçi Bey ve pek çok konuda uzman olan Kâtip Çelebi yüzyılın dikkate değer isimleridir.

XVII. yüzyılda seyahatname türü Evliya Çelebi ile (ö. 1682) en büyük temsilcisini bulur: Evliya Çelebi on ciltlik dev eserinde, elli yıl boyunca gezip incelediği bütün imparatorluk coğrafyasını ve birçok yabancı ülkeyi anlatır (bk. Evliya Çelebi).

XVII. yüzyılda şerh alanında da değerli eserler yazılmıştır. Bunların başında Mevlânâ'nın Mesnevî'sine yazılan şerhler gelmektedir. Ankaralı İsmâil Rusûhî Efendi'nin (ö. 1631) altı ciltlik şerhi benzerleri içinde en mükemmeli kabul edilmektedir. Sarı Abdullah Efendi de (1584-1660) bir başka mesnevi şârihidir.

XVII. yüzyıl biyografi ve bibliyografyaya dair değerli eserlerin yazıldığı bir dönemdir. Bir önceki yüzyılda mükemmel örnekleri ortaya konan şuara tezkireleri, bu yüzyılda da artarak yazılmaya devam etti. Riyazî Tezkiresi bu iki yüzyıl arasında bir geçiş dönemi eseridir. Sâdıkî (1534-1610), Riyâzî (ö. 1644), Fâizî (ö. 1622), Rızâ (ö. 1671), Yümnî (ö. 1662), Âsım (ö. 1675), Güftî (ö. 1677) bu yüzyılın tezkire kaleme alan yazarlarıdır. Antoloji tarzı tezkire geleneğini başlatan Fâizî olmuştur. Yümnî ve Âsım bu tezkireye zeyil yazmışlardır. Bu yüzyılda tezkirecilik tarihinde kendinden başka örneği olmayan bir başka tezkire Güftî'nin kaleme aldığı Teşrîfâtü'ş-Şuarâ'dır. Eserin özelliği manzum olarak kaleme alınmış olmasıdır.

Şair tezkireleri dışında da bu yüzyılda biyografiye dair eserler yazılmıştır. Bunların başında Nev'îzâde Atâî'nin Şekaik zeyli olan Hadâiku'l-Hakaik fî Tekmileti'ş-Şekaik gelir (bk. Şekaik Tercümeleri).

Bu yüzyılda bibliyografya alanında çok değerli bir çalışma da Kâtip Çelebi (1609-1657) tarafından kaleme alınan Keşfü'z-Zunûn an Esâmi'l-Kütüb ve'l-Fünûn adlı Arapça eserdir. Bu çalışma, çağında sadece Osmanlı dünyasının değil, bütün XVII. yüzyıl dünyasının en değerli örneklerinden biridir.

Dinî-tasavvufî edebiyat sahasında bu yüzyılda klasik edebiyat çerçevesi içinde anılanlar dışında yüzyılın başında Kul Himmet, Melâmî kutuplarından İdrîs-i Muhtefî halifesi Bezcizâde Muhyî (ö. 1611), Lâmekânî Hüseyin (ö. 1622), Aziz Mahmud Hüdayî (1541-1628), Abdülahad Nûri (1594-1650), Ali Nakşî (ö. 1654), Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi (1591-1655), Sun'ullah Gaybî (1615-1663), Zâkirzâde Bîçâre Abdullah (ö. 1657), Ümmî Sinan (ö. 1657), Bolulu Derviş Himmet (ö. 1684), Niyâzî-yi Mısrî (1618-1694) bunların en meşhurlarıdır.

XVIII. asır Osmanlı Devleti için bir çözülme süreci olmasına karşılık, Avrupa özellikle bilim ve düşünce hayatındaki reformlarla bu asırda dünya dengesinde önemli bir güç haline gelmeye başladı. Batılılaşma saray, ordu ve resmî kurumlar yanında, başta mimari olmak üzere, musiki, tezyinat, giyim kuşam ve hayat tarzını da etkiledi. Bu dönemde klasik Türk edebiyatı, önceki asırlarda oluşan zevk anlayışları doğrultusunda bir gelişme göstermekle birlikte, çok daha renkli, zengin, eklektik bir görünüm arzeder. Bu asırda şairler daha çok Hint üslubuyla zirveye çıkan külfetli, sanatkârane söyleyişe tepki olarak nesir üslubuna doğru açılan tasannudan uzak, açık, zarif ve külfetsiz bir söyleyişi tercih ederler. Nedim'de (1681-1730) zarif bir senteze ulaşan bu üslup, daha çok sebk-i Hindî öncesi, yani Bâkî (1526-1600), Şeyhülislam Yahyâ Efendi (1561-1644) gibi şairlerin elinde ifadesini bulan, şairlerin kudema tarzı dediği klasik üsluptur. Bu, mevcut estetik anlayışı içinde bütün imkânları zorlayan bir edebiyatın yeniden geriye dönüşüdür. Bu tarz söyleyişin örneklerine gerek Nedim takipçilerinde gerekse Nâbî (1642-1712) takipçilerinde rastlanmaktadır. Şeyhülislam Yahyâ Efendi ve Neşâtî'yi (ö. 1674) üstat kabul eden Nazîm Yahyâ (ö. 1727), Enis (ö. 1746-47) ve Esrar Dede (ö. 1796), Nahîfî (ö. 1738) gibi Mevlevî şairler, Nevres-i Kadîm (ö. 1762), Kırımlı Rahmî (ö. 1752), Pertev (ö. 1807-08), Beylikçi İzzet (ö. 1809) klasik üslup çizgisinde kalmayı yeğleyen şairlerdir.

Şeyh Galib'in (1757-1799) bile, gazelin "nüsha-yı kamus" olmadığını söyleyen Nâbî'yi (1642-1712), Hayrâbâd'ındaki Farsça'yı andıran ve Türkçe içinde bir sıklet oluşturan beyitleri sebebiyle eleştirmesi; sebk-i Hindî ile birlikte daha da ağırlaşan dile karşı başlayan tepkinin bu asırda daha da arttığını göstermektedir. Sâbit'te (ö. 1712) yer yer müstehcen ve argo boyutlara ulaşmakla birlikte, bir tutku haline gelen halk zevkinin dili ve hayat tarzıyla şiire taşınması, bu asrın birçok temsilcisinin aslî gayelerinden biri olmuştur. Mahallîleşmeyi daha çok Sâbit çizgisinde devam ettiren Tâib (ö. 1724), Hevâî (ö. 1715), Kânî (1712-1791), Sürûrî (1752-1814), Mehmed Emin Belîğ (ö. 1760-61) ve Enderunlu Fâzıl'da da (ö. 1810) folklorik üslup önemli bir yer utmaktadır.

Bu çabalar, dilde önceki asırlara göre bir sadeleşmeye yol açmış, şiire daha yerli bir kimlik kazandırmıştır. Günlük konuşma diliyle yazma bazı şairlerde bilinçli bir çabaya dönüşmüş, bilhassa Türkçe kelimelerden kafiye ve redif kullanma konusunda özel bir çaba sarfedilmiştir. Şeyh Galib, bu yönelişin etkisiyle Türkî-yi basitle bir gazel ve heceyle şarkı, Nedim ise (1681-1730) heceyle iki koşma yazmıştır. Vahîd ise (ö. 1732-33) otuzun üzerindeki heceyle yazdığı şiirleriyle bunlar arasında farklı bir konuma sahip olmuştur. Bu asırda âşık edebiyatı mensuplarının da aruzla şiir yazmaya başlamaları, şiirlerini klasik estetiğin teşbih ve mecaz sistemine daha fazla açmaları, tekke ve âşık edebiyatıyla klasik edebiyat arasında önceki asırlarda açılan farkın kapanmasına, aynı kültürün ürünü bu edebiyat anlayışlarının birbirlerine daha da yakınlaşmasına sebep olmuştur. Bu asırda oldukça rağbet gören şarkı, aydın kesimle geniş halk yığınlarını buluşturan bir tür olmuştur.

Hikemî şiirin rağbet görmesinde, Nâbî'nin etkisinin yanında sosyal ve siyasî hayattaki aksaklık ve huzursuzlukların had safhaya çıkmasının da önemli bir etkisi vardır. Hikmetli söyleyişin en önemli isimleri Râşid (ö. 1815-16), Seyyid Vehbî (ö. 1736) ve Koca Râgıb Paşa'dır.

Gerek klasik gerekse folklorik üsluptaki sathîlik, zaman zaman tepkilere yol açmış, bazı şairler sebk-i Hindî'nin sanatlı, külfetli üslubuna yönelmişlerdir. Hint üslubu veya şairlerin ifadesiyle Acem tarzı, asrın bütün şairleri üzerinde etkisini göstermekle birlikte, Arpaeminizâde Sâmi (ö. 1733), Edib (ö. 1748) ve Şeyh Galib dışında önemli bir temsilci yetiştirememiştir.

Türk şairleri, bu asırda kendi klasiklerinin yanında Fars edebiyatının Hint üslubunun önemli temsilcilerini örnek almaya, kendilerini onlarla karşılaştırmaya devam ederler. XVI. asırdan itibaren ifade edilmeye başlanan Fars şairlerine üstünlük iddiası bu asırda daha yüksek tonla söylenmeye başlar. Fars etkisi, Arpaeminizâde Sâmi, Halepli Edib ve Hoca Neş'et'le (ö. 1807) birlikte yeniden canlanır.

Bu asır şair kadrosu bakımından eski edebiyatın en zengin dönemidir. Bu sebeple XVIII. yüzyıl, kaynaklarda şiir ve şair asrı olarak kabul edilmiş fakat bunlar arasında nazımlıktan şairliğe çıkabilenlerin sayısı çok sınırlı kalmış; "her kaldırım taşının altından bir şair"in çıkması" sık sık eleştiri konusu edilmiştir. Devrin şairler bakımından dikkat çeken bir özelliği de klasik edebiyatın en meşhur kadın şairi Fıtnat Hanım'ın bu asırda yetişmesidir. Bu dönemin ilk akla gelen isimleri, tezkirecilerin el değmemiş düşüncelere ve kendine has hayallere sahip, yaratıcı şairler olarak vasıflandırdığı, kendisinden sonra birçok takipçi bulan üslup sahibi şairler olan Nedim (ö. 1730) ve Şeyh Galib'dir. Bu asır daha çok bir nazire edebiyatı görünümü arzetmektedir. Bu asırda en çok tanzir edilen şairlerin başında, gazelde Nâbî (ö. 1712), kasidede ise Nef'î (ö. 1635) gelmektedir.

Gerek sebk-i Hindî gerekse klasik üsluba yöneliş, bazı şairlerce kudemanın köhne tarzı olarak görülmüş ve onları yeniyi bulmaya yöneltmiştir. Fakat eskinin küçük istisnalar dışında hayat tarzı ve edebiyat anlayışı bütün heybetiyle devam etmesi, şairleri kudema tarzından kurtaramamış, onlardaki yenilikler de yeni bir mazmun, alışılmadık bir kafiye ve rediften öteye geçememiştir. Fakat bu yenilik arzusu gerek şekil gerekse içerik bakımından klasik estetiğin katı kurallarında çözülmelere yol açmıştır.

Bu asırda Osmanlılar, birkaçı dışında sanatkârları koruyan, onları teşvik eden şair, musikişinas, yenilik yanlısı padişahlar tarafından yönetilmiş; artan iç ve dış sarsıntılara karşılık başta saray olmak üzere diğer devlet adamları sanatkârları teşvik etmeyi sürdürmüşler; III. Ahmed (ö. 1736), I. Mahmud (ö. 1754), III. Mustafa (ö. 1774), III. Selim (ö. 1808) şiir söylerken, III. Ahmed ve III. Selim ise divan tertip etmişlerdir.

Bu dönemde, önceki asra göre kaside ve mesnevi sahasında ciddi bir azalma görülmektedir. Buna karşılık, gazeller ve tarihler ile şarkı, tahmis, murabba, muhammes gibi musammatların sayısında artış olmuştur. Bu olumsuzluklara karşılık, kaside sahasında başta Nedim (1681-1730) ve Galib (1757-1799) olmak üzere önemli isimler yetişmiştir. Bu şairler asıl kudretlerini gazellerinde göstermekle birlikte, kaside şeklinde de ilk akla gelen isimlerdir. Nedim ve Galib'den sonra, kaside sahasının ilk akla gelen ismi Münif'tir (ö. 1743). Münif'in dışında Seyyid Vehbî (ö. 1736) ve Sünbülzâde Vehbî (ö. 1809) anılması gereken önemli kaside şairleridir. Dürrî ve Sürûrî (1752-1814), tarih türünün bu asırdaki en önemli isimleridir. Bu asrın ve klasik edebiyatın tarih düşürmedeki üstadı ise Sürûrî'dir. Gazel bu asırda da en çok rağbet gören nazım şekli olmuştur. Başta Nedim olmak üzere, Şeyh Galib, Râşid (ö. 1815-16), Nahîfî (ö. 1738), Kâmî (ö. 1724), Vahîd-i Mahtûmî (ö. 1732-33), Sâmi (ö. 1733-34), Neylî (ö. 1748), Çelebizâde Âsım (ö. 1760), İzzet Ali Paşa (ö. 1734), Mehmed Emin Belîğ (ö. 1760-61), Hâzık (ö. 1763), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Sünbülzâde Vehbî (ö. 1809), Haşmet (ö. 1768), Nâşid (ö. 1791), Esrar Dede (ö. 1796), Pertev (ö. 1807-08) gazelleriyle tanınan şairlerdir. Nedim, Lale Devri'nin coşkusunu, duygularını bütün içtenliği ile dile getirdiği gazelleriyle kendine has yeni bir vadi açan, eski şiirin en büyük gazel şairlerinden biridir. Sebk-i Hindî'nin en önemli temsilcisi olan Galib, asıl kudretini mesnevisinde göstermekle birlikte gazel tarzının da güçlü şairleri arasında yer almıştır.

Musammatlar, şarkının gördüğü rağbet sebebiyle bu asırda divanlar içinde ön plana çıkmış, Nazîm (ö. 1727), Nedim, Vahîd-i Mahtûmî, Galib, Enderunlu Fâzıl gibi şairler çok sayıda şarkı yazmışlardır. Pertev (ö. 1807-08), gazellerinin yanında musammatlarının çokluğu ile de tanınan bir şairdir. Mehmed Emin Belîğ'in (ö. 1760-61) müseddes şeklinde kaleme aldığı Hammam-nâme, Terzi-nâme, Berber-nâme, Kefşger-nâme'si folklorik özellikleriyle dikkat çeken türünün orijinal örneklerindendir. Edib, 627 rubâîsi ile bu türün üstadı Hâletî'yi bile geride bırakmıştır. Nahîfî de asrın en çok rubâî söyleyen şairlerinden biridir.

Bu asır önceki yüzyıllara göre mesneviler bakımından oldukça zayıftır. Çift kahramanlı aşk ve macera konulu mesneviler itibardan düşmüş, dinî-tasavvufî mesnevilerde önceki döneme göre büyük bir azalma olmuştur. Buna karşılık, realist, orijinal mesnevilerin sayısı ise önceki döneme göre artmıştır. Mesnevi sahasının ilk akla gelen ismi bir şaheser olan Hüsn ü Aşk ile Şeyh Galib'dir. İsmâil Belîğ (1668-1730), Sünbülzâde Vehbî, Nahîfî ve Enderunlu Fâzıl (ö. 1810) asrın diğer önemli mesnevi yazarlarındandır. .

Asrın önemli özelliklerinden biri de sosyal tenkit ve hicve daha fazla ağırlık vermeleridir. Bu tür şiirler, içerik itibariyle olduğu kadar üslubuyla da klasik estetikten ciddi bir sapmayı göstermektedirler. Hiciv ve hezlin XVIII. asırda oldukça yaygınlaşmasında, Hevâî mahlaslı Kubûrîzâde Abdurrahman Rahmi'nin (ö. 1715) önemli bir rolü olmuştur. Kânî'nin (1712-1791), hezl yazmaktaki asıl amacının Hevâî-yi Kadîm ile buluşmak olduğunu söylemesi, kendisinden sonra bu mahlasla şiir söyleyen Tirsî (ö. 1766), Sürûrî (1752-1814), Pertev (ö. 1807-08), Refî-yi Kâlâyî (ö. 1821) gibi şairlerin yetişmesi, onun bu dönem şairleri üzerindeki etkisini göstermektedir. Fakat Hevâî'nin etkisi bu asır hicivlerinde seviyeyi düşürmüştür. Çünkü, Hevâî'nin kendi ifadesine göre hezlleri latife amacıyla söylenmiş maskaralıklardan (herzegûluk) başka bir şey değildir. Osmanzâde Tâib (ö. 1724), Tirsî, Hezârî (ö. 1724-25), Kubûrîzâde Hevâî (ö. 1715), Haşmet (ö. 1768), Kânî, Sürûrî, hiciv ve hezl türünde örnekler veren diğer şairlerdir.

Nazım gibi nesir de bu asırda verimli bir dönem geçirmiştir. Biyografi, tarih ve bilhassa sefaretname türünde önemli eserler verilmiştir. Önceki asrın ağır, bedîî söyleyişi rağbetten düşmeye; nazımda olduğu gibi mahallî/folklorik üslup yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu dönemde, nesir vadisinin önemli isimleri, münşeat ve hezl türünde Kânî (1712-1791); tezkire türünde Safâyî Mustafa Efendi (ö. 1725) ve Sâlim (1688-1743), tarih türünde Naîmâ (ö. 1716), biyografik eserlerde İsmâil Belîğ (ö. 1729), sefaretname türünde Yirmisekiz Mehmed Çelebi'dir (ö. 1732). Tezkirecilik bu asırda önceki asra göre önemli bir gelişme göstermiştir. Bunlar arasında, Safâyî Mustafa Efendi ve Sâlim'in tezkireleri, bedîî/sanatkârane üslubuna karşılık, şairler hakkındaki ayrıntılı değerlendirmeleriyle devrin önemli kaynakları arasında yer almaktadır.

XVIII. yüzyılda âşık edebiyatı, önceki yüzyıl şairlerinin izinde devam etmekle birlikte Levnî ve Âşık Halil gibi az sayıdaki istisnalar dışında güçlü isimler yetiştirememiştir. Âşık edebiyatı mensupları arasında XVII. asırda Âşık Ömer ve Gevherî ile başlayan aruzla şiir yazma geleneği, bu asırda da Abdî, Âşık Bağdâdî, Âşık Halil, Levnî (ö. 1733), Sırrî ve Tâlibî (ö. 1813) gibi şairler tarafından devam ettirilmiştir. Bu yöneliş, sonraki asırda daha da artarak Bayburtlu Zihnî (ö. 1859) ve Erzurumlu Emrah (ö. 1860-61) gibi şehirli âşıkların elinde, klasik şairler gibi divan tertip etmeye ve âşık şiiri içinde yeni bir üslubun doğmasına kadar ulaşır. Bu yüzyılda yetişen Kul Abdî, Mağriplioğlu, Seferoğlu, Nakdî, Şemsî gibi çoğu asker olan ve Mağrip ocaklarında yetişen âşıklar, Cezayir ve denizaşırı savaşlarla ilgili destanî şiirleriyle dikkat çekerler. Buna karşılık tasavvufî halk edebiyatında, genellikle aruz vezninde klasik nazım şekilleriyle şiirler yazan, tasavvufî terbiyenin yanında iyi bir eğitim gören Sezâî-yi Gülşenî (ö. 1737) ve İbrâhim Hakkı (ö. 1722) gibi önemli temsilciler yetişmiştir. Bunlar arasında da şair olarak en güçlüsü Sezâî'dir. Erzurumlu İbrâhim Hakkı ise; Yunus Emre, Niyâzî-yi Mısrî çizgisinde tasavvufî şiirler söylemekle birlikte, daha çok Mârifetnâme adlı ansiklopedik mensur eseriyle tanınmıştır. Celvetiye şeyhlerinden olan Bursalı İsmâil Hakkı ise (ö. 1724), divanı olmakla birlikte şairliğinden ziyade mutasavvıf kimliği ile ve sayısı 100'ü aşan tasavvufî eserleriyle ön plana çıkmıştır. Şiirleri tamamıyla tasavvufu anlatmaya dönük didaktik eserlerdir.
XIX. yüzyılda Türk edebiyatı (1800-1860) sosyal ve siyasî hayatın etkisiyle gelişimine devam etmiştir. Osmanlılar'da köklü değişim, II. Mahmud'un (ö. 1839) tahta çıkmasından sonra Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasıyla (1826) başlayabilmiş; Tanzimat reformlarına yön verecek ilkeler ilk defa bu dönemde tatbik sahası bulmuştur. Bu sebeple II. Mahmud'la başlayan süreç, klasik düzenin sona erdiği ve eski müesseselerin kaldırılıp yerine yenilerinin kurulduğu yeniden yapılanma dönemidir. Bu döneme kadar kültürel etkileşim, daha çok teknik unsurlarla sınırlı kalırken, yeni süreçte idare, hukuk ve eğitim sisteminde hatta âdetlerde Batı'dan iktibaslar başlamış; kültürel aktarım süreci yerini kültürel değişim sürecine bırakmıştır. Yenileşme, 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile devletin resmî programı haline gelmiş ve devlet-toplum ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Sosyal ve kültürel yapıda bu büyük değişiklikler olurken, ülkenin siyasî ve coğrafî yapısı da önemli değişikliklere sahne olmuştur.
Pek çok alanda olduğu gibi sanat hayatı bakımından da Batı'ya yöneliş bu asırda daha da hızlanmış, Şeyh Galib'den (ö. 1799) sonra beslendiği kaynakları kurumaya yüz tutan klasik edebiyatta ise, klasik estetikte çözülüşün kendini daha fazla hissettirdiği bir döneme girilmiştir. Bu asırda ivme kazanan zihniyet değişiminin yeni bir edebiyat anlayışını doğurması da XIX. asrın ikinci yarısında mümkün olabilmiştir.
Klasik edebiyat, XIX. asrın ilk yarısında genellikle önceki asrın bir devamı olarak gelişimini sürdürmüştür. Bu asır, yeni bir hamle yapacak güçten mahrum kalan ve kendi içinde büyük isimler yetiştiremeyen klasik edebiyatın klasik sonrası dönemidir. Eski şiire yeni bir hamle kazandıracak bir çaba, asrın ikinci yarısında Encümen-i Şuarâ topluluğunda ortaya çıkar gibi olmuş fakat bu hareket yeninin gücü karşısında çabucak sönmüştür. Bu sebeple, bu asırda da nesir diline doğru açılan, konuşma diline ait özelliklerle yüklü folklorik üslupla, anlamdan ziyade sese önem veren, açık ve zarif bir söyleyişe dayanan klasik üslup ve fikrin ön plana çıktığı tebliğî/hikemî üslup edebiyat hayatının hâkim çizgileri olmaya devam etmiş; bedîî (sebk-i Hindî) üslubu tercih edenler ise birkaç şairle sınırlı kalmıştır. Fuzûlî, Nef'î, Nâilî, Nâbî, Nedim ve Şeyh Galib, bu dönem şairleri için de üstat şahsiyetler olmuşlar; Şevket-i Buhârî'den sonra önemli bir temsilci yetiştiremeyen Fars edebiyatı şairler için bir çekim merkezi olma özelliğini kaybetmiştir.
Sünbülzâde Vehbî, Sürûrî, Enderunlu Fâzıl gibi önceki asırda yetişen şairler asrın başında hayattadırlar. Yetişen isimler, genellikle üstat şairlerin yolundan giden, taklit ve tekit seviyesinde kalan nazire şairleridir. Bunlar arasında, eserleri gerekli titizlikten yoksun olmakla birlikte çağdaşları arasında meşhur olmuş, nazmı ve nesri devrinde makbul tutulan güçlü isimler yetişmiştir. Asrın ilk yarısında yetişen Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829), Şeyhülislam Ârif Hikmet (1786-1859), Şeref Hanım (1809-1861); ikinci yarısında ise Leskofçalı Galib (ö. 1867), Yenişehirli Avni Bey (ö. 1827-28-1884), Hersekli Ârif Hikmet (1839-1903), nesir sahasında da Âkif Paşa gibi (1787-1845). Bunları, nazire seviyesinde kalmakla birlikte çeşitli özellikleriyle dikkat çekmeyi başarmış, Leyla Hanım (ö. 1847), Aynî (1766-1837), Pertev Paşa (1785-1837), Dâniş (1805-1830), Musa Kâzım Paşa (1821-1889), Osman Nevres (1820-1876) gibi şairler takip etmektedir. Bu asır şair kadrosunun dikkat çeken önemli bir özelliği kadın şair sayısında görülen büyük artıştır. Bu asra kadar kadın şairlerin sayısı son derece sınırlıyken, XIX. asırda yetişen kadın şairlerin sayısı yirminin üzerine çıkmıştır. Bu asırda yetişen kadın şairlerin en önemlileri Şeref Hanım (ö. 1861), Leyla Hanım (ö. 1848) ve Âdile Sultan'dır (1826-1899).
Dönemin şair kadrosuna bakıldığında, önde gelen isimlerin birkaç istisna dışında genellikle İstanbul'da yetiştiği ve kâtip sınıfından yetişen şairlerin önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Önceki asırlarda, şair olmayan padişahlar istisnaî örnekler olurken bu asırda tam tersi olmuş, iç ve dış sorunlarla boğuşan padişahlardan, Adlî mahlasıyla şiirler yazan ve besteleri bulunan II. Mahmud dışında, şiirle uğraşan hükümdar çıkmamıştır. Saraydan beklediği desteği bulamayan şairler için, huzursuzlukların had safhaya çıktığı kuruluş döneminde olduğu gibi çöküş döneminde de tekkeler bir sığınak olmuştur. Bu asırda yetişen önemli temsilcilerin büyük çoğunluğu tekkelerden feyiz almışlardır. Bunlar arasında da Mevlevîlik başta gelmektedir. Asrın önde gelen isimlerinden İzzet Molla, Yenişehirli Avni Bey, Şeref Hanım, Pertev Paşa ve Aynî Mevlevî'dir. Âdile Sultan, Ârif Hikmet ve Osman Nevres ise Nakşibendî; Musa Kâzım Paşa ise Celvetî'dir.
Klasik edebiyatın din, tasavvuf, aşk, rintlik gibi geleneksel konuları bu asırda da devam etmekle birlikte, önceki asırda olduğu gibi mahallî hayata açılış ön plana çıkmaya başlamış, aşkta cinsellik duygusu önem kazanmıştır. Önceki asırda görülen dinî-tasavvufî muhtevalı aşk şiirleri, bu asırda tekkelerden feyiz alan şairlerin fazlalığına paralel olarak artmıştır. Önceki asırda, izleri görülmeye başlayan ferdiyetçilik bu dönemde daha belirgin bir şekilde kendisini hissettirmeye başlamış; insanın ve hayatın gerçek dünyasına kapalı gelenek, değişen şartlar karşısında daha fazla tutunma imkânı bulamamıştır. Şairler, sosyal hayattaki açılışa paralel olarak gördükleri olumsuzluklar ve aksaklıklar karşısında hicve rağbet etmeye devam etmişlerdir. Hicivlerin sayısında, önceki asra göre nicelik bakımından bir azalma görülmekle birlikte, Aynî (ö. 1884), Musa Kâzım Paşa, Ziya Paşa ve Eşref gibi şairlerin elinde seviye daha da yükselmiş; Tanzimat ve Meşrutiyet yıllarıyla ilgili hicivleriyle tanınan Mehmed Eşref (1847-1912) hiciv türünün akla gelen ilk isimlerinden biri olmuştur. 
Önceki şairlerde birkaç şairle sınırlı kalan divanlara isim verme bu asırda daha da yaygınlaşmıştır. Leskofçalı Galib (ö. 1867) divanına Rûh-ı Sânî adını vermiş; İzzet Molla ise (ö. 1829), gençlik şiirlerini Bahâr-ı Efkâr, olgunluk dönemindeki şiirlerini ise Hazân-ı Âsâr adı altında toplamıştır. Bu asırda önemli kaside şairleri yetişmemiştir. Enderunlu Vâsıf (ö. 1824) ve İzzet Molla divanlarında çok sayıda kasideye yer vermekle birlikte, asıl şöhretlerini diğer türlerde kazanmışlardır. Şarkı türü, en fazla örneğini bu asırda Vâsıf'la vermiştir. Aynî ve Refî-yi Kâlâyî'nin divanlarında ise tarihler geniş bir yer tutmaktadır. Refî, Sürûrî'den sonra en fazla tarih düşüren şairlerdendir. Eşref Paşa ise (ö. 1894-95), bu gelenekte en çok kıtası olan şairdir. Rubâî türünde ise, bu asrın ilk akla gelen ismi Âsafî mahlaslı Mahmud Celâleddin Paşa'dır (ö. 1903). Şeref Hanım da divanındaki müseddeslerin çokluğu ile dikkat çekmiştir. 
Hüsn ü Aşk'ın etkisine rağmen mesnevi türü bu asırda rağbetten düşmüş, hacimli mesneviler yazılmamıştır. Aşk ve macera konulu mesneviler de şairlerin ilgisini çekmez olmuştur. Galib'in mesnevisine nazire olarak yazılan Refî-yi Âmidî'nin (ö. 1815) Can u Cânân'ı Hüsn ü Aşk'ın kötü bir taklididir. İzzet Molla'nın Gülşen-i Aşk adlı tasavvufî küçük mesnevisi, Hüsn ü Aşk gibi alegorik bir mesnevidir. Eserde, Galib'in yanında bilhassa Mesnevi etkisi kendisini hissettirmektedir. Dâniş'in (1805-1830) Gülşen-i Dâniş'i ve Yenişehirli Avni Bey'in yarım kalmış Ateşgede'si de Hüsn ü Aşk tesiriyle yazılan mesnevilerdir. Avni Bey'in aynı zamanda, yine yarım kalmış Mir'ât-ı Cünûn adlı bir mesnevisi, mensur Mesnevî tercümesi ve manzum-mensur karışık Âb-nâme'si vardır. Realist mesneviler de bu türün rağbetten düşmesiyle orantılı olarak sadece birkaç örnekle sınırlı kalır. Bunların en önemlisi İzzet Molla'nın Mihnet-keşân'ıdır. 
Nedim'de zarif bir senteze ulaşan mahallî-folklorik üslup bu asır edebiyatında da rağbet görmeye devam etmiştir. Bu üslubun XIX. asırdaki en önemli temsilcisi Enderunlu Vâsıf'tır (ö. 1824). Fakat o da yer yer zarafetten yoksun, edep dışı şiirleriyle bayağılığa düşmekten kendisini kurtaramamıştır. Mehmed Sermed (ö. 1857) ve Hızırağazâde Said (ö. 1837), Nedim-Vâsıf çizgisinin takipçileridir. Refî-yi Kâlayî de, Sâbit-Vâsıf çizgisini devam ettiren bir şairdir. Kaba köylü ağzıyla yazdığı şiirleriyle Türk Galib olarak anılan Abdülhalim Galib Paşa (ö. 1876), folklorik üslupla tanınan farklı isimlerinden biridir. Bu asırda, heceyle şiir yazma iyice yaygınlaşmıştır. Asrın en güçlü şairlerinden İzzet Molla, hece vezniyle bir türkü yazmış ve Âşık Ömer'in on üç mısrasını birer mısra ilavesiyle tazmin etmiştir. Âkif Paşa, Ethem Pertev Paşa, Münif Paşa, Âdile Sultan, Hızırağazâde Said, encümen şairlerinden Sâlih Fâik ve Deli Hikmet de divanlarında heceyle şiire yer veren diğer şairlerdir.
Devrin divan sahibi, güçlü şairlerinden olan İzzet Molla (ö. 1829), Şeyhülislam Ârif Hikmet (ö. 1859), Leyla Hanım ve Şeref Hanım folklorik, bedîî ve hikemî üslupta da şiirler yazmakla birlikte, daha çok ince, zarif bir söyleyişe dayanan klasik üslup çizgisinde eserler vermişlerdir. Bu yönelişte mahallîleşme ile birlikte bazı şairlerin elinde şiirin bayağılaşması ve sathîleşmesine duyulan tepki de etkili olmuş; bu tepki XIX. asrın ikinci yarısında Encümen-i Şuarâ şairlerinin elinde şuurlu bir çabaya dönüşmüştür. Klasik zevkin yok olup gitmesi ve bilinçsiz Frenkleşme karşısında; Hersekli Ârif Hikmet'in başını çektiği, aralarında Leskofçalı Galib ve Yenişehirli Avni Bey gibi asrın önemli isimlerinin de bulunduğu Encümen-i Şuarâ şairleri, asrın ikinci yarısında klasik estetiği yeniden canlandırma ve kendi içinde yenileştirme çabası içine girmişlerdir. Önceki asır şairlerinde görülen nev-zemin şiir arayışları onların elinde daha ileri bir merhaleye ulaşmıştır. Bu şairlerin bir kısmı şiirde yeniyi Hint üslubuna yani Fehîm, Nâilî gibi şairlere dönmekte bulmuşlardır. Bu yönelişi Leskofçalı Galib (ö. 1867), Hersekli Ârif Hikmet (ö. 1903) ve Üsküdarlı Hakkı (ö. 1895) temsil etmiştir. Bazıları, daha önceki şairlerin denedikleri hece vezniyle şiirler yazma, sosyal konulara yer verme, şiir lügatına yeni kelimeler kazandırma çabalarını devam ettirmişlerdir. Galib, Hâlet, Lebîb ve Ziya gibi şairler ise sade bir dille şiir yazmayı denemişler; Sâlih Fâik (ö. 1900) ve Deli Hikmet (ö. [?]) hece vezniyle de şiirler yazmışlardır. Encümen-i Şuarâ mensupları, şiire başlık koymak, mâşukadan âşıka hitap eden gazeller yazmak, nazım şekillerinin yapısında ve divan tertibinde değişiklikler yapmak gibi yeniliklere karşılık genellikle gelenek çizgisinde kalmışlar, değişen insan ve hayat karşısında eski şiirde söylenebilecek son sözleri söylemişlerdir. Bu da kaynakları birer birer yok olan klasik estetiği canlandırmaya yetmemiş; asrın ikinci yarısından itibaren Batı edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulan yazarların elinde eskiden farklı yeni bir edebiyat kendisini göstermeye başlamıştır.
Klasik estetikteki taşların asıl yerinden oynaması ise nazımdan önce nesirde gerçekleşmiştir. Önceki asırda, nesirde görülen folklorik söyleyiş bu asırda amaç haline gelmiş; sade, açık bir anlatım meziyet olarak görülmeye başlanmıştır. Değişim, sadeleşmenin bizzat resmî kurumlarca istenmesi sebebiyle öncelikle resmî yazışmalarda ve gazetelerde kendisini göstermiştir. Bâbıâli'de kurulan Tercüme Odası (1832), dilde sadeleşme açısından önemli bir adım olmuştur. Daha sonra kurulan Encümen-i Dâniş'te de (1851) bu anlayış benimsenmiştir. Âkif Paşa'nın (ö. 1787-1845) Tebsıra'sı, inşa üslubundan uzak açık anlatımıyla Tanzimat sonrası nesre öncelik eden bir eser olmuştur. Bu asırda, tarih ve tezkire sahasında büyük isimler yetişmemiştir. II. Mahmud devri vakanüvislerinden Şânîzâde Atâullah (ö. 1826) ve Esad Efendi (ö. 1831) anlaşılır, açık anlatımlarıyla klasik nesrin değişiminde öncü isimler olmuşlardır. Bu yüzyılda kaleme alınan tezkireler ise daha öncekilerle boy ölçüşebilecek seviyede değildir. Fatin Dâvud'un (1813-1866) Hâtimetü'l-Eş'âr'ı eksiklerine rağmen bu asırda türünün en başarılı örneğidir. Şefkat (ö. 1826), Esad Efendi (1786-1831) ve Ârif Hikmet'in (1786-1859) tezkireleri de örnek ağırlıklı eserlerdendir. 
Klasik edebiyata mensup şairler için, tekkeler bu asırda önemli sığınak yerleri olurken; tasavvufî halk edebiyatı geleneği de Kuddûsî (1769-1849), Osman Şems (1813-1893), Üsküdarlı Safî (ö. 1862-1901), Edib Harâbî (1853-1915) gibi birçok temsilci yetiştirmiştir. Bu geleneğin anılması gereken diğer isimleri, Mehmed Hilmi (1842-1907), F. Râsim (ö. 1853), Necmî (ö. 1889), Kara Şemsî (ö. 1884), Hayyât Vehbî (ö. 1847), Şemsî Hayal'dir (1806-1874). Âşık edebiyatı da bu asırda, bilhassa II. Mahmud'un destekleriyle yeniden canlanmış; Erzurumlu Emrah (ö. 1860-61), Bayburtlu Zihnî (ö. 1859), Âşık Dertli, Dadaloğlu, Kayserili Seyrânî (ö. 1866), Deliktaşlı Ruhsatî (ö. 1911) ve Ispartalı Seyrânî (ö. 1844-49) gibi bu geleneğin önemli isimleriyle Bayburtlu Zihnî, Erzurumlu Emrah, Konyalı Şemî gibi divan tertip eden hem aruzu hem de heceyi başarıyla kullanan medreseli âşıkları yetiştirmiştir. 
Yukarıda anlatıldığı gibi Batı'ya doğru göç ederek yeni bir coğrafyada yeni bir kimlik oluşturmaya çalışan Türk toplumu giderek müslüman Türk kimliği olarak ortaya çıkacak bu yeni konumunu oluştururken edebî birikimden büyük ölçüde yararlandı. Bu yeni toplumsal yapının fideliklerini mektepler, medreseler ve tekkeler oluştururken buralar aynı zamanda edebî ürünlerin de sahiplerini yetiştiren en önemli kurumlar oldu. Beyliklerden itibaren Anadolu ve Rumeli'de yetişen şairlerin ve yazarların hemen tamamı bu kurumlarda yetişti. Sonra onlar dönüp burada edindikleri bilgi ve yaşama biçimini geniş halk kitlelerine taşıdılar. Medrese mezunları eliyle daha elit bir anlayış ilgili muhataplara sunulurken tekkelerde yetişenler de toplumun farklı kesimlerine edindikleri birikimi yazılı ve sözlü kültür olarak aktardı. Böylece İslam medeniyeti bu coğrafyada da kökleşip mimari, plastik sanatlar, musiki yanında asıl edebiyat alanında bütün Türk tarihinin nicelik ve nitelik açısından en önemli dil yadigârlarını üretti. 

Kaynakça

Açıkgöz, Namık. “Orta Klasik Dönem (1600-1700): Nesir”. Türk Dünyası Edebiyat Tarihi. Ankara 2004, V, 415-442.

Akün, Ömer Faruk. “Divan Edebiyatı”. DİA. 1994, IX, 389-427.

Avşar, Ziya. “XVII.-XIX. Yüzyıllara Ait Yayınlanmış Türkçe Divan ve Divançeler”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi (Eski Türk Edebiyatı Tarihi Özel Sayısı II). 5/10 (2007), s. 95-130.

Banarlı, Nihad Sami. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 2001.

Bilkan, A. Fuat. “Orta Klasik Dönem (1600-1700): Nazım”. Türk Dünyası Edebiyat Tarihi. Ankara 2004, V, 355-414.

Çelebioğlu, Amil. Türk Edebiyatında Mesnevi. İstanbul 1995.

Durmuş, Tuba Işınsu. Şair ve Sultan: Osmanlıda Edebî Himaye. İstanbul 2021.

Gölpınarlı, Abdülbaki. Divan Şiiri: XV-XVI. Yüzyıllar. İstanbul 1954.

a.mlf. Divan Şiiri: XVII. Yüzyıl. İstanbul 1954.

a.mlf. Divan Şiiri: XVIII. Yüzyıl. İstanbul 1955.

a.mlf. Divan Şiiri: XIX. Yüzyıl. İstanbul 1955.

a.mlf. Divan Şiiri: XX. Yüzyıl. İstanbul 1955.

Güzel, Abdurrahman. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı. Ankara 1999.

Horata, Osman. “Klasik Estetikte Hazan Rüzgârları: Son Klâsik Dönem (Tarihî-Sosyo-Kültürel Bağlam, Şiir, Mesnevîler)”. Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara 2007, II, 449-544.

a.mlf. Has Bahçede Hazan Vakti, XVIII. Yüzyıl: Son Klasik Dönem Türk Edebiyatı. Ankara 2009.

İpekten, Halûk v.dğr. “XVIII. Yüzyıl Divan Nazmı”. Büyük Türk Klâsikleri. İstanbul 1987, VI, 193-414.

İsen, Mustafa v.dğr. Eski Türk Edebiyatı El Kitabı. Ankara 2024.

İsen, Mustafa - Durmuş, Tuba Işınsu. Kılıcın ve Kalemin Sultanları. İstanbul 2021.

a.mlf.ler. Balkanlarda Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 2023.

Kartal, Ahmet. “Erken Dönem: Nazım (XV. Yüzyıl)”. Türk Dünyası Edebiyat Tarihi. Ankara 2004, V, 304-564.

Korkmaz, Zeynep. “Anadolu Yazı Dilinin Gelişmesinde Beylikler Devri Türkçesinin Yeri”. VII. Türk Tarih Kongresi. Ankara 1981, II, 583-589.

Köprülü, M. Fuad. Türk Edebiyatı Tarihi. haz. Orhan F. Köprülü – N. Pekin. İstanbul 1980.

Kut, Günay. “16 ve 17. Yüzyıl Türk Edebiyatına Toplu Bakış”. Osmanlılar’da ve Avrupa’da (16.Yy.dan 18.Yy.a) Çağdaş Kültürün Oluşumu. İstanbul 1986, s. 128-149.

a.mlf. “18.Yüzyıl Türk Edebiyatına Toplu Bakış”. Osmanlılar’da ve Avrupa’da (16.Yy.dan 18.Yy.a) Çağdaş Kültürün Oluşumu. İstanbul 1986, s. 263-276.

a.mlf. “Türk Edebiyatı’nda Klasik Dönem”. Osmanlı Uygarlığı. haz. H. İnalcık – G. Renda. Ankara 2003, II, 526-567.

a.mlf.“Erken Dönem: Nazım (XIII-XIV. Yüzyıl)”. Türk Dünyası Edebiyat Tarihi. Ankara 2004, IV,304-564.

Mazıoğlu, Hasibe. “Eski Türk Edebiyatı”. Türk Ansiklopedisi. 1982, XXXII, 80-134.

Oğuz, M. Öcal v.dğr. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı. Ankara 2004.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 1976.

Tekin, Gönül. “Fatih Devri Edebiyatı”. İstanbul Armağanı. İstanbul 1995, I, 161-235.

Uçman, Abdullah. “XVI. Yüzyıl Tekke Şiiri”. Büyük Türk Klâsikleri. İstanbul 1986, IV, 297-340.

Ünver, İsmail. “XIX. Yüzyıl Divan Nazım ve Nesri”. Büyük Türk Klâsikleri. İstanbul 1988, VIII, 99-300.

a.mlf. “Mesnevi”. Türk Dili. sy. 415-416-417 (1986), s. 430-563.

Woodhead, Christine. “Ottoman Inşa and the Art of Letter-Writing: Influences Upon the Career of the Nişancı and Prose Stylist Okçuzâde (d. 1630)”. Osmanlı Araştırmaları.7-8 (1988), s. 143-159.

Yavuz, Kemal.“XIII.-XVI. Asır Dil Yadigârlarının Anadolu Sahasında Türkçe Yazılış Sebepleri ve Bu Devir Müelliflerinin Türkçe Hakkındaki Görüşleri”. Türk Dünyası Araştırmaları. sy. 27 (1983), s. 9-57.

Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati

Görüş, öneri ve yorumlarınız için tıklayınız.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mehmet GÜNEŞ
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI
TÜRK EDEBİYATI

Türk kültür dairesinde oluşmuş edebî birikim.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mehmet GÜNEŞ
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI

b) Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı: Tanzimat sonrası Türk edebiyatı birçok yönden önemli değişimler yaşamıştır. Osmanlı toplumunun Batılılaşma sürecine bağlı olarak Türk kültürü ve sanatında görülen değişimler, edebiyatı da doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemiştir. Bu dönemde gazetenin yaygınlaşması, edebiyatçıların gazeteye özel ilgisi edebiyattaki gelişmeler bakımından oldukça önemli ve işlevseldir. Tanzimat sonrası Türk edebiyatının öncüsü olarak kabul edilen Şinâsi, Tercümân-ı Ahvâl gazetesinin mukaddimesinde gazeteler aracılığı ile toplumun eğitilebileceğini iddia eder. Nitekim gazeteler, dilde sadeleşme hareketinin ilerlemesinde oldukça tesirli olur. Tercümân-ı Ahvâl gazetesi edebiyat-gazete ilişkisi bağlamında oldukça önemlidir. Tasvîr-i Efkâr gazetesi, gazetelerin edebiyata katkısı bakımından çok daha işlevseldir. Daha sonra çıkan Muhbir, Hürriyet gibi gazeteler edebiyatçılar tarafından idare edilmiştir.

Tanzimat sonrası Türk edebiyatı şiirlerine bir bütün olarak bakıldığında eski nazım biçimleriyle yeni konu/kavramların kullanılmaya başlandığı görülür. Mesela Şinâsi'nin "Münacat"ı ve Reşid Paşa'yı yücelttiği kasideleri böyledir (bk. Şinâsi). Namık Kemal de "Vaveyla", "Vatan Şarkısı", "Vatan Türküsü", "Hürriyet Kasidesi" vb. şiirleriyle aslında daha çok erken yıllarda millî kimlik inşasına öncülük etmiştir. "Hürriyet Kasidesi" kaside geleneğinde ciddi bir kırılmadır. Bu kasidede yepyeni içerik ve bakış açısı dikkat çeker (bk. Namık Kemal). Bu dönem Türk şiirinde anılması gereken çok önemli bir şahsiyet de Ziya Paşa'dır. "Terciibent" ve "terkibibent"lerde insanın kaderi karşısındaki çaresizliği vurgulanır. Ara nesil şairlerinden İsmâil Safâ'nın şiirlerinde de benzer yaklaşım dikkat çeker.

Bu yıllarda Türk şiirindeki asıl önemli kırılmalar bazı edebiyat tarihçileri tarafından Tanzimat'ın ikinci nesil olarak adlandırılan şairleri eliyle gerçekleştirilmiştir. Şairliğinin ilk yıllarında gazeller de yazan Recâizâde Mahmud Ekrem, daha çok marazî içerikli ya da bireysel ıstıraplarının ifadesi olan "Yâdigâr-ı Şebab", "Yakacık'ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık Âlemi", "Şevki Yok", "Küçüksu'da Bir Gece", "Ah Nejâd" vb. şiirleriyle kendine özgülük gösterir. Yeni Türk şiirinin devrimcisi/reformisti olarak da nitelendirilen Abdülhak Hâmid, Türk şiirinde biçim ve içerik yönünden değişimler gerçekleştirir. Makber şiiri sadece bireysel duyguların ifadesi, bir feryat değil yeni Türk şiirinin manifestosu olarak nitelendirilmeye müsaittir. "Merkad-ı Fâtih-i Ziyaret" ve "Kabr-i Selîm-i Evveli Ziyaret" şiirleri edebiyat-tarih ilişkisi bakımından oldukça yeni ve özgün metinlerdir. Türk edebiyatı tarihçiliğinde hak ettiği ilgiyi göremeyen, çoğu zaman yanlış tanıtılan Muallim Nâci, yeni Türk şiirinin Batılı bir kimlik kazanmasında oldukça önemli bir isimdir. "Kuzu", "Kebûter" vb. şiirlerinde Hâmid gibi pastoral metinler oluştururken, "Köylü Kızlarının Şarkısı" şiiriyle kırsal hayatı şiire taşır.

Bir edebî tür olarak romanın Türk edebiyatındaki ilk örnekleri, Tanzimat sonrasında görülür. Modern çağın ürünü olan romanın Türk edebiyatındaki ilk örneği olarak gösterilen Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat (Şemseddin Sâmi) ve bu eserden önce yayımlanan Ermeni harfleriyle yazılı Akabî (Hovsep Vartanyan) hikâyesi romandan çok uzun hikâye olarak nitelendirilebilir. Türk edebiyatında roman türüne örnek gösterilecek ilk metin -bazı eksiklik ya da halk hikâyesine özgü anlatımına rağmen Namık Kemal'in İntibah adlı romanıdır. Çoğu araştırmacı tarafından Türk edebiyatındaki ilk tarihî roman olarak da Cezmi gösterilmektedir. Ahmed Midhat Efendi'nin Yeniçeriler ile İbnülemin Mahmud Kemal'in Sabîh adlı eserlerinin de tarihî roman olarak nitelendirilmektedir.

Türk edebiyatında modern romana örnek gösterilecek metinler, Tanzimat ikinci nesil yazarları Sâmipaşazâde Sezâi'nin Sergüzeşt'i ile Recâizâde Mahmud Ekrem'in Araba Sevdası'dır. Türk edebiyatına bir bütün olarak bakıldığında roman türünde en çok eser veren yazarların başında Ahmed Midhat Efendi gelir. Onun romanları içinde Türk edebiyatında üst-kurmacalı anlatım tekniğini ilk defa kullandığı Müşahedât romanını özellikle vurgulamak gerekir. Yine çoğu yönüyle otobiyografik okumaya müsait Felatun Bey'le Rakım Efendi de Türk romancılığı içinde sürekli dikkat çeken eser olur. Avrupa'da Bir Cevelan adlı eserinin gezi yazısı türünde oldukça önemli bir eseridir (bk. Roman).

Tanzimat sonrası Türk edebiyatında yaygınlaşan bir edebî tür de modern tiyatrodur. Geleneksel Türk tiyatrosunun tarihi Türk toplumunda oldukça eskidir (bk. Tiyatro). Hayrullah Efendi'nin Hikâye-i İbrahim Paşa ve İbrahim Gülşenî adlı eseri, Şinâsi'nin Şair Evlenmesi adlı piyesinden daha eski bir tarihte yazıldığı halde geri planda kalmıştır. Namık Kemal'in tiyatrolarının modern Türk tiyatrosunun gelişmesinde büyük katkısı vardır. Vatan sevgisiyle bireysel aşkların çatışmasını konu alan Vatan yahut Silistre ve Akif Bey piyesleri başta olmak üzere Celaleddin Harzemşah, Gülnihal, Zavallı Çocuk, Karabela adlı eserleriyle Namık Kemal, tiyatro türünün gelişimine önemli katkıda bulunur; Türk toplumunun tiyatroya ilgisinin artmasını sağlar. Abdülhak Hâmid'in yazdığı oyunlar dram sanatından biraz uzak ve sahnelenmesi oldukça zor olsa da türün Türk edebiyatında gelişmesinde tesirli olurlar. A. Hâmid, İlhan, Turhan vb. tiyatrolarla Türk tarihine yönelirken Tarık yahut Endülüs'ün Fethi, İbn-i Musa yahut Zâtü'l-Cemâl, Nazife, Abdullahü's-Sagîr vb. eserleriyle de Endülüs/İslam tarihine yönelir. Eşber ve Finten tiyatroları da konuları bakımından özgün eserlerdir. Recâizâde Mahmud Ekrem'in konusunu Bin Bir Gündüz Hikâyeleri'nden alan Çok Bilen Çok Yanılır ve esaret konulu Vuslat yahut Süreksiz Sevinç tiyatroları da anılması gereken oyunlardandır. Şemseddin Sâmi'nin Besa yahut Ahde Vefa, Gave, Seydi Yahya tiyatrolarıyla birlikte Endülüs Emevîleri'nin son günlerini konu alan Vicdan piyesi önemlidir. Bu dönemde tiyatro türünde çok sayıda eser yazan Ahmed Midhat Efendi'nin özellikle Donkişot romanının parodisi olarak okunmaya müsait Çengi yahut Daniş Çelebi ve konusunu Euripides'in Hippolytos tiyatrosundan alan Fürs-i Kadimde Bir Facia yahut Siyavuş adlı eserleri türün ilginç örnekleridir.

Tanzimat sonrası Türk edebiyatında örnekleri görülmeye başlayan bir başka edebî tür de kısa hikâye ve modern uzun hikâyelerdir. Küçük hikâye türü söz konusu edildiğinde ilk anılması gereken eser, Sâmipaşazâde'nin Küçük Şeyler'idir. Ahmed Midhat Efendi de Letâif-i Rivâyât başlığı altında bir seri hikâye yayınlar. Bunlar arasında kadın haklarını kurgusal metinde tartışmaya açtığı "Felsefe-i Zenân" ile köye yönelişin ya da köy hayatının yüceltildiği ilk örnek olan "Bahtiyarlık" hikâyeleri özellikle anılmalıdır. Bazı kaynaklarda roman olarak nitelendirilse de Nâbizâde Nâzım'ın Karabibik adlı uzun hikâyesi hem modern anlamda ilk uzun hikâye olması hem de Türk edebiyatında köy hayatını gerçekçi biçimde anlatan ilk kurgusal eser olması bakımından üzerinde durulmalıdır.

Tanzimat sonrası Türk edebiyatında antoloji türüne örnek olarak Ziya Paşa'nın Harâbât'ı ve Namık Kemal'in ona tepkisel olarak yazdığı Tahrîb-i Harâbât'ı; tenkit ya da edebî polemiğe örnek olarak da Recâizâde Mahmud Ekrem ile Muallim Nâci arasındaki polemiklerin yansıması olan Zemzeme ve Demdeme'yi belirtmek gerekir. Yine Recâizâde Mahmud Ekrem'in Ta'lîm-i Edebiyat adlı eserinin Doğu belagatından Batı retoriğine geçiş sürecinde oldukça önemli bir eser olduğu vurgulanmalıdır.

II. Abdülhamid dönemi edebiyatına bakıldığında Mehmed Celal, İsmâil Safâ başta olmak üzere ara nesil şair ve yazarlarının eserleriyle ve bu dönemde yapılan edebî eser ve edebiyat kuramlarına ilişkin çevirilerle edebiyatın Batılı bir kimlik kazanmasının hızlandırıldığı görülür. Yeni Türk şiirinin biçim ve içerik bakımından Batılı bir görünüm almasında Servet-i Fünûn dergisi etrafında oluşan topluluğun önemli rolü vardır. Ara nesil şairleri tarafından az da olsa kullanılan sone, terzarima gibi Batılı nazım biçimleri, topluluk şairleri tarafından çok tercih edilirken müstezat da tamamen serbest-müstezada dönüşür. Şiirler de çoğunlukla bireysel içeriklidir. Batı şiirini daha yakından tanıma fırsatı bulan Cenap Şehabettin, "Elhân-ı Şitâ", "Yakazât-ı Leyliye", "Terâne-yi Mehtab", "Temâşâ-yı Leyâl", "Makdem-i Yâr" vb. şiirlerinin biçimiyle, konusuyla ve en önemlisi -bir dizi edebî tartışmalara sebep olan- özgün imajlarıyla yeni Türk şiirinin tamamen Batılı bir görünüm almasını sağlar. Sadece Servet-i Fünûn topluluğu şairleri değil yeni Türk şiiri söz konusu olduğunda ilk akla gelen şairlerden biri olan Tevfik Fikret de Türk şiirinin Batılı bir görünüm kazanmasında önemli bir rol üstlenir. Otobiyografik unsurların hâkim olduğu "Hemşirem İçin" şiiriyle kadın haklarını tartışmaya açarken, "Hasta Çocuk" şiiriyle Türk edebiyatında manzum hikâyenin ilk örneğini yazar. François Coppée tesiriyle "Âveng-i Şühûr" başlığı altında ayların şiirini yazarken "Âveng-i Tesâvir" başlığı altında da Türk ve dünya edebiyatından saygı duyduğu Alfred de Musset, Nef'î, Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmud Ekrem, Cenap Şehabettin vd. şairler için şiirler kaleme alır (bk. Tevfik Fikret). Servet-i Fünûn topluluğu şiiri söz konusu edildiğinde Süleyman Nazif, Hüseyin Sîret, Ali Ekrem, Fâik Ali, Celal Sâhir gibi şairlerin adlarını da anmak gerekir.

Servet-i Fünûn topluluğu yazarlarından Halit Ziya, topluluk kurulmadan önce de Sefile gibi iddialı ve döneme göre oldukça cesur bir roman yazar. Ancak Türk romanı içerisinde kendine haklı bir yer edindiren Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar gibi romanları daha sonra yazar. Türk edebiyatında daha çok Eylül romanıyla tanınan Mehmed Rauf ve Nadide romanının yazarı Hüseyin Cahit'i de bu bağlamda anmak gerekir. Topluluk romancıları, yazdıkları kısa ve uzun hikâyelerle bu türlerin gelişmesine de önemli katkılarda bulunurlar. Servet-i Fünûn topluluğu yazarları hatıra türünde de önemli eserler yayımlarlar. Halit Ziya'nın Kırk Yıl, Mehmed Rauf'un Edebi Hatıralar, Hüseyin Cahit'in Edebi Hatıralar adlı eserleri, dönemin edebî atmosferini yansıtan oldukça önemli hatıratlardır. Topluluk etrafında oluşan ve uzun bir müddet süren bir dizi polemiği beraberinde getiren dekadanlık tartışması, zaman zaman istenmeyen tavır ve eylemlere sebep olsa da tenkit türünün gelişmesinde oldukça işlevsel olur.

II. Meşrutiyet dönemi Türk edebiyatına bakıldığında bu dönemde milliyetçi bir edebiyata doğru yöneliş görülür. Servet-i Fünûn topluluğu yazarlarından Ahmed Hikmet'in Gönül Hanım adlı eseri Türk dünyasını konu alması, Orhon yazıtlarından ilk defa söz eden kurgusal bir metin olması bakımlarından dikkate değerdir. Ahmed Hikmet'in Çağlayanlar hikâyesindeki metinler de kısa hikâye türünde özgün örnekler oldukları kadar bu metinlerle millî kimlik inşası da amaçlanmıştır. Bu bağlamda "Turhan Nasıl Çıldırdı?" hikâyesini özellikle anmak gerekir. II. Meşrutiyet dönemi söz konusu edildiğinde Genç Kalemler mecmuası etrafında oluşan dilde sadeleşme hareketi ve bu hareketin mimarları Ali Canip, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin özellikle dikkat çeker. Türkçülüğün Esasları adlı eseri bugün de çoğu okuyucunun başucu kitabı olan Ziya Gökalp, çoğunu manzum hikâye formuyla yazdığı şiirleriyle millî kimlik inşa etmeye çalışır. Türk hikâyeciliği denildiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Ömer Seyfettin'in hikâyeleri kısa hikâye türünde özgün metin örnekleridir. "Vire", "Forsa", "Başını Vermeyen Şehit", "Bir Çocuk Aleko", "Hürriyet Bayrakları", "Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu 1-2" vd. hikâyeleriyle millî kimlik inşa etmeye çalışmıştır (bk. Ömer Seyfettin). Edebî eserlerle millî kimlik inşası söz konusu edildiğinde Mehmet Emin Yurdakul da anılmalıdır.

II. Meşrutiyet dönemi Türk edebiyatının kendine özgü şahsiyetlerinden biri de Mehmet Akif'tir. Akif, Hakkın Sesleri'nde ata yurdu, yitik coğrafya Balkanlar için ağıtlar yakarken "Çanakkale Şehitleri" için önce müstakil şiir olarak yayımladığı, sonra da Asım manzum tiyatrosunda tirat olarak yerleştirdiği metinle Çanakkale muharebelerini kazanan Mehmetçiğe övgüler düzer (bk. Ersoy, Mehmet Akif). Bu dönemde saf şiirin temsilcisi olarak Ahmed Hâşim vardır. Cumhuriyet dönemi Türk şairlerine yön verenlerin başında gelen Ahmed Hâşim, her birini birbirinden özgün imajlarla ördüğü "O Belde", "Şafakta", "Yollar", "Sensiz", "Merdiven" şiirlerini yazar. Ahmed Hâşim'in Frankfurt Seyahatnamesi, Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan gibi nesirleri de şiirleri kadar özgün metinlerdir.

Ahmed Hâşim'le birlikte anılması gereken yine saf şiirin en özgün örneklerini yazan Yahya Kemal'dir. Cumhuriyet dönemi Türk şairlerinden çoğunun "üstat" olarak gördüğü Yahya Kemal daha çok Kendi Gök Kubbemiz kısmen de Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı şiir kitaplarıyla İstanbul başta olmak üzere modern Türk şiirinde şehirleri şiirlerine en çok aksettiren şair olur (bk. Beyatlı, Yahya Kemal).

Erken Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında saf şiire örnek gösterilebilecek özgün şiirler yazan şairler arasında Necip Fazıl ("Kaldırımlar", "Otel Odaları", "İstasyon", "Takvimdeki Deniz", "Gel"), Ahmet Hamdi Tanpınar ("Ayna", "Zaman Kırıntıları", "Bursa'da Zaman", "Her Şey Yerli Yerinde"), Nazım Hikmet ("Salkım Söğüt", "Bahr-i Hazer", "Karıma Mektup", Cahit Sıtkı ("Otuz Beş Yaş", "Gün Eksilmesin Penceremden"), Ahmet Muhip ("Serenad", "Olvido", "Fahriye Abla"), Asaf Halet ("Nûrusiyah", "Kunala", "Mansur") gibi şairleri de anmak gerekir. "Sanat" şiiriyle memleketçi edebiyatın poetikasını yazan Han Duvarları şairi Faruk Nafiz de anılmadan geçilmemelidir.

Erken Cumhuriyet dönemi Türk romanına bakıldığında bu türde sayının oldukça arttığı görülmektedir. Bu dönem romancıları arasında Yakup Kadri'nin adını özellikle anmak gerekir. Hüküm Gecesi, Bir Sürgün, Yaban, Ankara, Sodom ve Gomore adlı eserleriyle devir romanı örnekleri yazan Yakup Kadri'nin Kiralık Konak ve Hep O Şarkı romanları da anılmadan geçilemez. Yine bu dönemde Sinekli Bakkal, Tatarcık, Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek gibi devir romanları yanında Handan ile mektup romana özgün eser kazandıran Halide Edip Adıvar dönemin önemli yazarlarındandır (bk. Halide Edip Adıvar). Türk romancılığında daha çok Çalıkuşu romanıyla öne çıkan Reşat Nuri de dönemin önde gelen romancılarındandır (bk. Güntekin, Reşat Nuri). Refik Halit Karay da bu dönemin en önemli roman ve hikâyecilerindendir (bk. Karay, Refik Halit). Türk edebiyatında yine hak ettiği ilgiyi tam olarak göremediği düşünülen bir yazar da Mithat Cemal ve onun Üç İstanbul romanıdır.

Cumhuriyet döneminde roman, hikâye ve tiyatro türlerinin hem nitelik hem de nicelik olarak çoğaldığı görülmektedir. Türk edebiyatında şiirleriyle, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Mahur Beste ve Sahnenin Dışındakiler adlı romanları, hikâyeleri, Beş Şehir adlı deneme kitabı ve 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile kendisine oldukça haklı bir yer edinen Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız, Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noraliya'nın Koltuğu), Kemal Tahir (Devlet Ana, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu), Tarık Buğra (Osmancık, Küçük Ağa, Dönemeçte) vd. yazarlar roman ve hikâye türlerinin niteliğinin artmasında oldukça önemli rol üstlenmişlerdir. Nurullah Ataç, Salah Birsel vd. yazarlar da eserleriyle deneme türünün gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır. 1950 sonrası Türk edebiyatında da çok sayıda yazar/şair dünya edebiyatı şair/yazarı olarak nitelendirilmeye müsait eserler yazmışlardır.

Tanzimat sonrası hemen tamamı edebiyatçılar tarafından yayımlanan gazeteler ve burada kaleme alınan edebî metinler bir eğitim malzemesi olarak görüldü. II. Meşrutiyet sonrası gündeme gelen millî kimlik inşası çalışmalarında da edebî birikimler yoğunlukla kullanıldı. Bunun ardından gelen Cumhuriyet dönemi edebiyatı ise yeni bir toplum oluşturma görevini büyük ölçüde edebî metinlere yükledi. Günümüzde de ilköğretim ve ortaöğretimde Türkçe ve edebiyat dersleri ile bu birikim, benzer rolünü icra etmeye devam etmektedir (bk. Edebî Türler).

Kaynakça

Akyüz, Kenan. Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi. İstanbul 1986.

Argunşah, Hülya. Tarih ve Roman. İstanbul 2016.

Banarlı, Nihad Sami. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 2001.

Çağın, Sabahattin. Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Hikâye. İstanbul 2018.

Çıkla, Selçuk. “Tanzimat’tan Günümüze Gazete-Edebiyat İlişkisi”. Türkbilig. 18 (2009), s. 34-63.

Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923). İstanbul 2010.

Gökçek, Fazıl. Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası. İstanbul 2005.

Kahraman, Âlim. Modern Türk Hikâyesi. İstanbul 2015.

Okay, Orhan. Sanat ve Edebiyat Yazıları. İstanbul 1998.

a.mlf. Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı. İstanbul 2005.

Oktay, Ahmet. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı (1923-1950). Ankara 1993.

Solak, Caner. Tanzimat Tiyatrosunda Geleneksel Unsurlar. Konya 2023.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 2003.

Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati

Görüş, öneri ve yorumlarınız için tıklayınız.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mustafa İSEN
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI
TÜRK EDEBİYATI

Türk kültür dairesinde oluşmuş edebî birikim.

  • TÜRK EDEBİYATI
    • Mustafa İSEN
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 20.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    TÜRK EDEBİYATI

c) Balkanlar'da Çağdaş Türk Edebiyatı: Genel olarak XIV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar uzun bir süre Türk yönetiminde kalan Balkanlar, bu dönemde Türk edebiyatını besleyen en önemli kaynaklardan biri oldu. 1832 yılında bağımsız Yunan Krallığı'nın kurulmasıyla ilk Balkan devleti ortaya çıktı. Bunu Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan izledi. II. Balkan Savaşı (1912) ise mevcut sınırları Adriyatik'ten Meriç'e kadar çekti. Böylece 550 yıllık Rumeli topraklarının büyük kısmı kaybedilmiş oldu.

Osmanlı sonrasında sınırları sık sık değişen, bazan da yeniden kurulan Balkan coğrafyasında 2000'li yıllardan sonra Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Kosova, Karadağ, Makedonya, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Arnavutluk olmak üzere halen on devlet bulunmaktadır. Özellikle Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya ve Kosova'da günümüzde de belli yoğunlukta Türk nüfus yaşamaktadır. Bunların büyük bir bölümünün kaynağı fethi izleyen yıllarda bölgeye Anadolu'dan iskân edilen Türkler'dir. Bunun da ötesinde bugün Balkanlar'da Türk nüfusu da içine alan ciddi bir müslüman nüfus mevcuttur ve bunların tamamı Türkler eliyle Müslümanlığı kabul etmiş dindaşlardır.

Osmanlı Devleti ile Balkanlar'da sona eren zengin ve hareketli edebî yapı, yerini bir süre suskunluğa terketti. Balkan bozgunlarından sonra Balkanlar'da kalan Türkler'in yaşadıkları sosyal sıkıntılar, edebiyata da yansıdı. Özellikle şehirli Türk aydınlarının anayurt Türkiye'ye göçleri, bölgedeki edebiyat açısından bir kan kaybıydı. Bu sıkıntılara rağmen Türkçe, Balkanlar'da yaşamaya devam etti. Türkçe, geçmişte bazı dönemlerde konuşma dili olarak yasaklanmış olmasına rağmen, asırlık geçmişi ve sağlamlığı sayesinde varlığını sürdürmeyi başardı.

Türk edebiyatı açısından bakıldığında Osmanlı sonrasının Balkanlar'ında Türk nüfus kalmayan Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan, Arnavutluk ve Macaristan'da Türk edebiyatı faaliyetleri büyük ölçüde durma seviyesine geldi. Benzer konumda olan Bosna-Hersek, Türk yönetiminden ayrıldıktan sonra bir süre daha Türkçe basın yayın ve edebî faaliyetlerini devam ettirdi. Türk nüfus barındırmaya devam eden Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova ve Romanya'da Türk edebiyatı farklı konumlarda halen yaşamaktadır. Berlin Antlaşması'ndan (1878) sonra krallıklar dönemi tam bir tepki dönemidir ve Türkçe için zor bir dönem olarak nitelendirilebilir. Bunu takip eden yıllarda bölge devletleri, Yunanistan hariç, sosyalist yönetimlerce idare edildiği için II. Dünya Harbi sonrasında Türkiye ile ilişkilere bağlı olarak Türkçe eğitim ve yayına belli şartlarda izin verildi. Yunanistan ile sağlanan ikili anlaşmalara rağmen burada da değişken durumlarla karşılaşılmaktadır.

Bu anlamda en iyi durumda olan ülke, eski Yugoslavya zamanında Makedonya oldu. Burada Türkçe eğitim ve Türkçe basın yayın, tiyatro, radyo ve televizyon yayını mümkün oldu. Bunu benzer özelliklerle Makedonya'yı Kosova izledi. Nitekim geçmişte olduğu gibi yeni dönemde de Makedonya'da Üsküp, Kosova'da Prizren, yetiştirdikleri ciddi şair sayısıyla Balkanlar'da öne çıkarlar. Bunun en önemli sebeplerinden biri, burada şehirli bir Türk nüfus kitlesinin varlığıdır. Diğer Balkan ülkelerinin çoğunda yaşayan Türk nüfus, büyük oranda kırsal kesimde hayatlarını devam ettirirken bu iki ülke hem yoğun bir Türk nüfus varlığını günümüzde devam ettirmiş hem de bunu şehirli bir nüfusla sürdürmeyi başarmıştır. Şehirli nüfus göçler konusunda daha kırılgan özelliklere sahiptir. Şehirli azınlık toplumun derleyip toplayıcısı da olduğu için göçe maruz kalınan durumlarda en çok taciz edilen kitledir. Bu yüzdendir ki Balkan göçlerinde öncelikle şehirli kitleler göçe zorlanmıştır.

Balkan ülkeleri, içinde en çok Türk nüfus barındırmasına rağmen, baskıcı yaklaşımı ve şehirli nüfus azlığı sebebiyle Bulgaristan bu potansiyelini edebî gelişmelere gerektiği gibi yansıtamamıştır. Ülkede Türkçe eğitim ve Türkçe yayın değişken bir seyir gösterir. Yakın dönemde ülkede "Türk yoktur" noktasına kadar giden bu baskıcı tavır, 1990 yılında sosyalist yönetimin yıkılışıyla yerini daha demokrat bir idareye bırakmıştır. Sofya, başkent olarak Türkçe'nin de özellikle yayın bakımından merkezidir. Günümüz Bulgaristan'ında yoğun bir Türk nüfus yaşadığı için en önemli merkez Kırcali ve Razgrad, sonra da Şumnu'dur. Sosyalist dönemde Türkçe yayınlar büyük ölçüde Sofya'da yayın imkânı buldu. Sosyalist ülkelerdeki bu yayınlar her zaman devlet desteği ile yapılmış ama devlet hep kontrol etmiştir.

Bölgede sosyalist yönetimle idare edilmeyen tek Balkan ülkesi olan Yunanistan, burada yaşayan Türk nüfus açısından Bulgaristan'a benzer. Yeni dönemde Serez, Selanik, Vardar Yenicesi, Yenişehir gibi tarihî Türk kültür merkezlerini Lozan Antlaşması'yla (1923) kaybeden Türk toplumu, Gümülcine merkezli yeni bir yapılanmaya gitmiştir. Batı Trakya'daki Türk köylerinde okullarda Türkçe eğitimi yapılmış, Gümülcine'de Celal Bayar Lisesi eğitimine Türkçe olarak devam etmiştir. Türkiye ile iyi ilişkiler çerçevesinde 1960'lı yıllarda çok sayıda öğrenci Türkiye'ye öğretmen okullarına gönderilmiş, daha sonra bunlar öğretmenliklerinin yanında Türk halkının sesi olan şair ve yazarlar olmuşlardır. Gümülcine'de gazete ve dergiler çıkarıp kitaplar yayımladılarsa da burada da bir istikrardan söz edilemez.

Romanya, Osmanlı yönetiminde özel bir statü ile idare edildi. Bu yüzden bölgede Rumeli şehirleri gibi zengin bir edebî birikimle karşılaşılmaz. Bunun istisnası Tuna ile Karadeniz arasında kalan Dobruca bölgesidir. Dobruca'nın Romanya tarafında kalan kısmında XIX. yüzyıldan itibaren İttihat ve Terakkî mensupları eliyle bazı çalışmalar yapılmış, okullar açılmış, gazete ve dergiler çıkarılmıştır. Köstence, Mecidiye ve Hırsova bu çalışmaların merkezleridir. Sosyalist yönetim zamanında ise Türkçe ve Tatarca bazı okulların açılmasına, dergi, gazete ve kitapların yayımlanmasına başlangıçta izin verildiyse de daha sonra bu faaliyetler yasaklandı. Burada da demokrasi dönemiyle birlikte (1990 sonrası) Türkçe açısından iyiye giden çalışmalar sürmektedir.

Balkanlar'da yaşayan Türkler, 1990'lı yıllara kadar, Yunanistan'da bulunanlar hariç tamamı sosyalist yönetimlerce idare edilen ülkelerde yaşamışlardır. Bu yüzdendir ki bölgede üretilen çağdaş Türk edebiyatı, ülkeden ülkeye küçük oranda farklılıklar gösterse de ana hatlarıyla iki kategoride ele alınabilir. Bu edebiyat ağırlıklı olarak çocuk edebiyatı eksenlidir. Bunları da Yunanistan'da üretilen Türk çocuk edebiyatı ve diğer Balkan ülkelerinde üretilen Türk çocuk edebiyatı olarak ayırmak mümkündür. Türk çocuk edebiyatı da daha çok şiirlerden oluşur. Yunanistan'da üretilen Türk çocuk şiiri bu alanın başlıca konuları arasında yer alan manzum masallar, fablı andıran örnekler, Nasreddin Hoca fıkralarının şiire dönüşmüş örnekleri, insan ve doğa sevgisi, kitap, anne ve hayvan sevgisi gibi genel konular yanında bölgeye has başka konulara da değinir. Mesela diğer bölge ülkelerinin edebiyatlarında siyasî yapıları gereği hiçbir zaman yer almayan dinî şiirler, Yunanistan Türk çocuk şiirinin konuları arasındadır. Batı Trakya'da yaşayan Türkler büyük ölçüde kırsal kesimde yaşadıkları için gerçek köylü sorunları da bölge edebiyatının başlıca konuları arasındadır. Yunanistan'da azınlık sorunları da bu edebiyatın temel konusudur. Sosyalist yönetimlerin izin verdiği güdümlü edebiyat politikaları nedeniyle, oradaki şair ve yazarlar bu tür konuları ele alma fırsatı bulamamıştır.

Hem Batı Trakya Türkleri hem de diğer bölge Türk halkları, Rumeli doğumlu olmaları sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü hemşehrileri olarak değerlendirir ve onu farklı bir konumda şiirlerine yansıtırlar. Onun Selanik'te doğmuş olması Batı Trakya Türkleri için ayrı bir övünç kaynağıdır ve bu yüzden Atatürk'e adanmış şiirler buradaki soydaş şairlerin eserlerinde ağırlıklı bir yer tutar.

Sosyalist yönetimlerce idare edilen Türkler'in yaşadığı Bulgaristan, Makedonya, Kosova ve Romanya'da ise ele alınan konular, sözü edilen sosyalist sistemin sanat anlayışıyla yakından ilgilidir. Bu ülkelerde de birinden diğerine oranla değişiklik gösteren farklı uygulamalar söz konusu ise de sosyalist sanat anlayışı toplumcu bir bakış açısını temel aldığı ve sanatı ideolojinin emrinde bir enstrüman olarak gördüğü için bu ülkelerdeki edebiyat, çizilen çerçeveye uygun örneklerden oluşur. Bu yüzdendir ki sözü edilen metinlerin önde gelen özelliği güdümlü oluşlarıdır. Sosyalist yapı yeni bir dünya kurmakta olduğu için bütün emekçiler gibi yazarlar da yeni kurulan bu dünyaya katkı sağlamalıdır. Bununla birlikte azınlık yazarı biraz da bu ideolojik yapıdan kaçabilmek için özellikle şiirlerinde doğa manzaralarına (mevsimler, aylar, dağlar, güneş, baba, kelebek, arı, kuşlar), okula, kitap sevgisine, analara, güleç yüzlü olmaya, çalışkanlığa, tembel olmamaya, temizliğe, okula gidişe dikkat etmeye yönelik metinler kaleme almıştır. Çocukların ilgi duyduğu hayvanlar da sanatın konusudur. Doğa manzaralarının bu edebiyatta bu denli yoğunlukla yer almasının bir başka önemli sebebi de yöre halkının büyük ölçüde kırsal kesimde yaşıyor olmasıdır. Okul aracılığı ile şehir hayatına katılan yazar, sürekli kendi çocukluğunu ve çocukluğunun geçtiği kırsal dekoru özlemektedir. Bu yüzden yöredeki Türk şairleri ve yazarlarının büyük çoğunluğunun dünyaları doğaya daha yakındır. Sosyalist örgütlenmenin edebiyata yansımasının bir örneği sayılacak konular da sıklıkla ele alınmak zorundadır. Örneğin sosyalist kültürün çocuk modeli olan iyi bir piyoner olmanın önemi dile getirilir. Buna karşılık özellikle sosyalist uygulamaların daha katı olduğu ilk yıllarda din karşıtı ürünler yoğunluktadır. Bulgaristan'da modernleşme ve onun sağladıkları, moderniteye uymada karşılaşılan sıkıntılar, kadın-erkek ilişkileri, kadın giyimi ve özellikle eskiyi temsil eden ferace ve güllü fistan ağırlıklı konular arasındadır. Azınlıkların kendi tarihlerine ve bu tarih içindeki kahramanlara gönderme de -Yunanistan hariç- yok denecek kadar azdır. Buna karşılık sosyalist kültürün önde gelen kahramanlarına adanmış yüzlerce örnek bulunabilir.

Azınlıklar için önemli rol oynayan anonim halk edebiyatı örneklerinden yararlanma eğilimi Balkanlar'da yaşayan bütün Türk şairlerinde görülen bir özelliktir. Sosyalist yönetimler sırasında bölgedeki her şair pek çok bakımdan büyük ölçüde Nazım Hikmet'in çekim alanı içindedir. Bu durum 1990 sonrası kısmen değişmiş, Yahya Kemal Beyatlı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek gibi başka isimlere doğru kaymıştır. 1990 sonrası dinî ve millî kimliğin daha da öne çıktığı söylenebilir. Buna karşılık toplumcu şiirden neredeyse tamamıyla vazgeçilmiştir.

1990'lı yıllardan sonra Balkanlar'da sosyalist yönetimlerin yıkılıp yerine kurulan demokratik yapılanmalar kuşkusuz edebiyata da yansımış ve yukarıda çerçevesi çizilen genel değerlendirme noktaları büyük ölçüde değişmiştir. Bu olumlu gelişmeye karşın savaştan sonra (1990) devlet destekli basın yayın organlarının tamamının yayınına ara verildi. Çok uzun sürmeyen bir süre içinde özel gayretlerle epeyce yeni yayın organı faaliyete başladı. Böylece yönetim anlayışı ve içerik bakımından yeni bir yayın türü ortaya çıkmış oldu. Bunların bir kısmı kapandıysa da çıkarılabilen yayın organlarında, artık başka alanlarda olduğu gibi daha gerçekçi edebî konulara ait örnekler gündeme geldi. Bu evrede Üsküp, Prizren, Gümülcine, Kırcali, Razgrad Türk edebiyatı açısından yeni kültür merkezleri olarak öne çıktı.

Bulgaristan Türk edebiyatını ise bu olguların biraz dışında başka bir bakış açısıyla ele almak gerekecektir. 1989 göçü bu ülkede pek çok şeyi tepeden tırnağa değiştirdi. Bu göçün bir zarar hesabı yapılacak olursa aydın kadronun tamamına yakınının Türkiye'ye göç etmiş ya da göçe zorlanmış olmasıdır. Bu durum Bulgaristan'daki entelektüel faaliyetin çok büyük ölçüde kan kaybetmesine sebep oldu. Fakat Türkiye'ye göç eden aydınların bir kısmı burada eski ülkelerinin sorunlarını özellikle Türkler'e yönelik sorunları ele alıp tartışmaya başladılar. Kuşkusuz bundan edebiyat da önemli ölçüde etkilendi. İstanbul'da, Çorlu'da, İzmir'de, Bursa'da ve daha başka yörelerde dernekler kuruldu, dergiler neşredildi, toplantılar düzenlendi ve kitaplar yayımlandı. Bu yeni gelişme biraz romantik de olsa meselelerin daha korkusuz ele alınmasına imkân sağladı. Bu yüzdendir ki son yıllarda ülkemizde Bulgaristan Türkleri tarafından yayımlanmış epeyce eser göze çarpmaktadır. Bu nitelikteki eserlerde doğal olarak içerik epeyce farklılaşmıştır: Bulgaristan'da Bulgarlaşma ile Türk kalma arasında mücadele veren kişilerin dramı, yoğun polis baskısı, göç, terkedilen topraklara duyulan özlem, Türklük şuuru, direnme ve bunun sonucunda elde edilen başarının gururu ve Türkiye'ye teşekkür ele alınan başlıca konulardır.

Bölgede üretilen metinlerin diline gelince Gagavuzlar hariç Balkanlar'da yaşayan Türkler'in yazı dili tarihin her döneminde İstanbul merkezli olmuştur. Bu durum Balkanlar'da günümüzde de belli ölçülerde devam etmektedir. Sonuçta farklı bir ülkede yaşayan azınlık yazarı, ister istemez yaşadığı ülkenin dilinden etkilenmektedir. Özellikle eski Yugoslavya'da 1990'lı yıllara kadar aşırı sayılacak biçimde öztürkçe kullanımı ve mahallî dilden gelen kelimeler, standart Türkiye Türkçesi ile bir farklılık gösterecek şekilde kaydedilmelidir.

Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Karadağ, Romanya, Sırbistan ve Arnavutluk'ta TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Türkiye Maarif Vakfı ve Yunus Emre Enstitüsü ile sağlanan yeni açılımlarla başka alanlar gibi Türkçe ve Türk edebiyatı noktasında da önemli gelişmeler sağlanmıştır. Kültürel gelişmeler ağır ilerleyen ama kalıcı etkileri olan faaliyetlerdir. Bunların olumlu sonuçları gelecek yıllarda bölgede daha etkin olarak hissedilecektir.

2000'li yıllardan sonra Türkiye ile sıkı ilişkiler, kitap, dergi ve gazete alışverişi, Türkiye televizyonlarının programlarını bölgenin her bucağında izlenmesi, çok sayıda Türk müslüman öğrencinin her aşamadaki okullarda, enstitü ve üniversitelerde Türkiye Cumhuriyeti'nin sağladığı burslarla öğrenim görmesi Balkan Türkleri'nin dil bilgisi ve bilincini arttırmalarında önemli faktörlerdir. Denebilir ki Osmanlı sonrasında Türklük adına kültür sanat alanında yeni üretim yapılan en önemli alan edebî sahadaki verimlerdir.

Bu inişli çıkışlı ortama rağmen Balkanlar'da çağdaş Türk edebiyatı da yetiştirdiği şairler/yazarlarla önce kendi ülkelerine sonra da ana akım Türk edebiyatına katkı sunmaya devam etmektedir.

Balkanlar'da üretilen çağdaş edebî metinler, doğrudan eğitim malzemesi olarak düşünülmelidir. Sosyalist ülkelerde ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında ana dili eğitimini destekleyici edebî örneklerin bir kısmı yerel sanatçılardan seçilmek zorunda idi. Bundan dolayı buradaki eserlerin çoğu öğretmenler tarafından doğrudan eğitim amaçlı "lektüre" kitapları olarak kullanılmak üzere kaleme alınmışlardır. Osmanlı sonrası Balkanlar'daki Türk edebiyatı örneklerinin büyük oranda çocuk edebiyatı metinleri ve doğrudan eğitim malzemesi olması bu yüzdendir.

Kaynakça

Akgün, Atıf. Bulgaristan Türkleri Çocuk Edebiyatı. Ankara 2016.

Ali, Rahmi. Batı Trakya’da Türk Edebiyatına Gönül Verenler. Ankara 2015.

Baymak, Osman. Yugoslavya Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi. Prizren 1996.

Canım, Rıdvan. “Yirmibirinci Asrın Başında Balkanlarda Yaşayan ve Türkçe Yazan Şairler”. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. sy. 16 (2001), s. 81-86.

Çavuş, Mehmet. 20. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri. İstanbul 1988.

Güçlütürk, Taner. Kosova’da Türk Edebi Yaratıcılığı (1951-2001). Prizren 2014.

a.mlf. Kosova Çağdaş Şiiri Antolojisi. Prizren 2016.

Hafız, Nimetullah. Bulgaristan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi 2 (1944-1984). Ankara 1987.

a.mlf. Yugoslavya’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi. I-II, Ankara 1989.

Hayber, Abdulkadir. Makedonya ve Kosova Türklerinin Edebiyatı. Ankara 2001.

Horata, Osman. “Romanya Yazılı Türk Edebiyatı”. Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. C. XII, Ankara 1999.

İsen, Mustafa. “Balkanlar’da Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatı”. Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. C. VII, Ankara 1997.

a.mlf. Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler. Ankara 1997.

a.mlf. “Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri”. Bilig. sy. 18 (2001), s. 49-61.

a.mlf. –Engüllü, Suat (haz.). Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi. C. VII, Ankara 1997.

a.mlf. –Durmuş, Tuba. Balkanlarda Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul 2023.

Kaleşi, Hasan. “XV. Asırdan XVII. Asrın Nihayetine Kadar Yugoslav Topraklarında Şark Medeniyeti”. Çevren. sy. 9 (1976), s. 13-36; sy. 10 (1976), s. 23-41.

Kalkan, Şaban Mahmudoğlu. Bulgaristan Türk Şiiri. Ankara 2018.

Kaya, Fahri. Yugoslavya’da Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi. İstanbul 1992.

Kaya, İ. Güven. Yugoslavya Türk Halkı Edebiyatı. İstanbul 1993.

a.mlf.ler. “Romanya’da Çağdaş Türk Şiiri”. Türk Dili. sy. 531 (1996), s. 659-677.

Mahmut, Enver –Mahmut, Nedret. Dobruca Türk Halk Edebiyatı Metinleri. Ankara 1997.

a.mlf.ler. “Romanya’da Çağdaş Türk Şiiri”. Türk Dili. sy. 531(1996), s. 659-677

Sağlam, Feyyaz. Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi. Ankara 1990.

a.mlf. Batı Trakya Türkleri Çocuk Edebiyatı. İstanbul 1990.

Selim, Bedri. Çağdaş Yugoslavya Türk Hikayeleri. Priştine 1978.

Süleymanoğlu Yenisoy, Hayriye. Başlangıçtan Günümüze Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. C. VIII, Ankara 1988.

Tatarlı, İbrahim. Bulgaristan Türklerinin Edebiyatı Antolojisi. Sofya 1964.

Ülküsal, Müstecib. Dobruca ve Türkler. Ankara 1982.

Yusuf, N. –Ioana, N. Antologie de Poezie Turca de la InceputuriPinaAzi. Bükreş 1979.

Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/turk-edebiyati

Görüş, öneri ve yorumlarınız için tıklayınız.

Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.

TÜRK EDEBİYATI

Türk kültür dairesinde oluşmuş edebî birikim.

Madde Planı

Bölüme Git

    a) Başlangıçtan Tanzimat’a Kadar Türk Edebiyatı

    b) Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı

    c) Balkanlar’da Çağdaş Türk Edebiyatı