İnsanlığın siyasî, felsefî, kültürel, ekonomik, teknik vb. alanlardaki kurumsal birikimi.
İnsanlığın siyasî, felsefî, kültürel, ekonomik, teknik vb. alanlardaki kurumsal birikimi.
Medeniyet kelimesi Arapça'da "şehir" anlamına gelen medîne isminden türetilmiştir. Batı dillerinde medeniyet karşılığı olarak kullanılan civilisation terimi de Latince'de "şehirli" anlamına gelen medeniyet aynı zamanda civilis kelimesinden gelmektedir. Arapça'da XIX. yüzyıla kadar bugün medeniyet ve medenî olarak bildiğimiz kavram hadarî, onun zıddı ise bedevî olarak kullanılıyordu. Osmanlı Türkçesi'nde medenî kelimesi, "şehre mensup olan, şehirli" anlamına gelirken Grekçe'de "şehir ve şehir devleti" anlamındaki polis ve "devlet ve yönetim" anlamındaki politeia da Osmanlı Türkçesi'nde medeniyet kelimesi ile ilişkilendirilerek çevrilmiştir. Bu bağlamda medenî, terim olarak hem sosyal hem de siyasal nitelikleri haizdir. İbn Haldun (ö. 1406), Mukaddime adlı eserinde ise sosyopolitik durum veya daha çok imar ve inşa anlamları taşıyan umrân kelimesini kullanmıştır. Ayrıca "belli yasalara uyarak şehirde yaşayan halk" anlamındaki uygurdan türetilen uygarlık kelimesi de günümüz Türkçe"sinde medeniyet karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Terim olarak medeniyet, düşünce tarihi boyunca şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları ifade eder. Medeniyet, yazı sistemi, hükümet, hukuk, gıda üretiminde fazlalık, iş bölümü ve kentleşmeyi hiyerarşik bir şekilde geliştirmiş herhangi bir toplumu ifade eder. Bazı durumlarda bir medeniyet yukarıdaki unsurların herhangi birini içermese de bu terim çoğunlukla yüksek düzeyde gelişmiş yerleşik kültürü ifade etmek için kullanılır.
Çeşitli zihniyet dünyalarında farklı şekilde kavranmış ve tanımlanmış olması, medeniyet kavramının çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Mesela Batı düşüncesinde medeniyet genellikle ilerleme, gelişme, kurallara bağlı bir yaşam düzeni kurma ve refah düzeyi ile ilişkilendirilirken, İslam düşüncesinde ise daha çok toplumsal düzen, maddi gelişmişlik örneklerinin yanı sıra, ahlak ve adalet kavramlarıyla ilişkilendirilir. Bu farklı yorumlar, medeniyet tanımının kültürel ve tarihsel bağlamlara göre değişebileceğini de ortaya koymaktadır.
İlk medeniyetler, yazı sistemi, hükümet, gıda üretimi fazlası, iş bölümü ve kentleşme gibi temel unsurları geliştirmiş toplumlar olarak tanımlanır. İndus vadisi medeniyeti (m.ö. 7000-600 BCE), Mezopotamya'nın Sumer medeniyeti (m.ö. 6000-1750 BCE) ve Mısır medeniyeti (m.ö. 6000-30 BCE) bu kapsamdadır. Şehirlerin inşası, bir kültürün medeniyet olarak kabul edilmesi için temel bir gereklilik olarak görülmüştür. Bu sebeple Urfa'daki Göbeklitepe gibi anıtsal izlerin, yarı göçer özellik göstermelerinden dolayı bir medeniyete karşılık gelmediği, öte yandan bir yazı sistemi geliştirmemiş olmamasına rağmen İnkalar'ın bir medeniyet meydana getirdiği kabul edilir.
Şehir hayatının medeniyetlerin ortaya çıkmasındaki belirleyici rolü, bir dizi sebep-sonuç ilişkisinde kendini gösterir. Mevcut bilgilere göre medeniyetler, insanlığın tarımla yerleşik hayata geçmek zorunda kalmaları sonucu gelişmeye başlamıştır. Bu geçiş, insanların yarı kalıcı ve ardından kalıcı yerleşim yerleri kurmalarını sağlamış, fazla gıda üretimiyle birlikte iş bölümü ve hiyerarşi gelişmiştir. Fazla hasılanın ticareti diğer topluluklarla ürün değişimini kolaylaştırmış ve etkileşimleri arttırmıştır. Ticaretin gelişimi paranın icadı ve kullanımını da beraberinde getirmiştir.
Ticaret, yazı sistemlerinin gelişimine de yol açmıştır. Yazı sistemlerinin gelişimi, bilgilerin kaydedilmesi ve aktarılması için gerekliydi. Sumerler'in çivi yazısı ve Mısırlılar'ın hiyeroglifleri, yazılı belgelerin oluşturulması ve saklanması açısından büyük bir ilerlemeyi temsil eder. Yazı ayrıca hükümetlerin vergi toplama, yasa yapma ve kamu kayıtlarını tutma işlevlerini yerine getirmelerinde kritik bir rol oynamıştır. Hükümet sistemleri de daha karmaşık ve merkezî hale geldikçe dinî bileşenler içermeye başlamış, tapınaklar inşa edilmiş ve inanç sistemleriyle ilgili de yazılı bir literatür oluşmuştur.
Medeniyetlerin gelişiminde ekonomik ve sosyal hiyerarşinin de önemli bir rolü vardır. Gıda üretiminde fazlalık, kaynakların daha etkili bir şekilde korunmasını ve paylaştırılmasını zorunlu hale getirmiş, bu da sosyal sınıfların ve ekonomik farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Muhafızlar, askerler, krallar, dinî sınıflar, zanaatkârlar gibi farklı sosyal sınıflar, toplumların örgütlenmesinde ve yönetiminde önemli roller üstlenmişlerdir. Bu hiyerarşik yapılar, medeniyetlerin düzenini sağlarken sürdürülebilirliğine de katkı vermiştir.
Medeniyet ve kültür kavramları arasındaki ilişki, medeniyetin bir topluluğun sosyal, siyasal ve ekonomik organizasyonunu, kültürün ise bu organizasyonun manevi ve entelektüel yanını temsil etmesiyle tanımlanabilir. Ziya Gökalp'in Hars ve Medeniyet adlı eserinde belirttiği üzere kültür (hars), bir milletin toplumsal hayatının ahenkli bir bütünü, ortak bilinci ve geçmişi olarak tanımlanır. Medeniyet ise belirli bir bölgede yaşayan milletlerin toplumsal hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Gökalp, kültürü millî bilince ve aidiyete dayanan ulusal bir kimlik olarak tanımlarken, medeniyeti rasyonel yöntemlerle edinilen, iktisadî, dinî ve hukukî mecraların toplamı olarak görmüştür.
Farklı medeniyetlerin karşılaştırılması, medeniyetlerin birbirleri üzerindeki etkilerinin ve gelişim süreçlerinin anlaşılmasına yardımcı olur. Örneğin Mezopotamya medeniyeti, yazı sisteminin ve ilk şehir devletlerinin geliştiği bölge olarak bilinirken, Mısır medeniyeti, anıtsal mimarisi ve karmaşık dinî yapıları ile tanınır. İndus vadisi medeniyeti ise gelişmiş şehir planlaması, tarım ve su yönetim sistemleri ile öne çıkar.
İslam dünyasında da filozoflar, medeniyet kavramını çeşitli açılardan ele almış ve bu kavramın sosyal, siyasal, ahlakî ve entelektüel temellerini tartışmışlardır. Fârâbî (ö. 950), Gazzâlî (ö. 1111), Nasîrüddîn Tûsî (ö. 1274), İbn Haldun (ö. 1406)ve Molla Sadrâ (ö. 1641) gibi isimler medeniyetin gelişimi ve sürdürülebilirliği konusunda önemli katkılar sunmuşlardır. İbn Haldun Mukaddime'de medeniyetin sosyal ve ekonomik temellerini ayrıntılı olarak incelemiş, toplumların yükseliş ve düşüş döngülerini açıklayan teoriler geliştirmiştir. Ona göre, medeniyetin gelişimi, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilme yetenekleriyle doğrudan ilişkilidir. Nasîrüddîn-i Tûsî ise medeniyetin temeli olan sosyal ve siyasal düzenin adalet ve erdem üzerine kurulması gerektiğini vurgular. Fârâbî el-Medînetü'l-Fâzıla (Erdemli şehir) adlı eserinde medeniyetin, insanların mutluluğa ulaşmaları için bir araç olduğunu savunur ve bu amaca ulaşmak için sosyal, siyasal ve entelektüel düzenlemelerin gereğini vurgular.
İslam dininin bilim, sanat, eğitim ve kurumlarıyla mücessem bir yaşam tarzına dönüşmüş ve nesillerden nesillere aktarılan hali İslam medeniyeti olarak ifade edilir. İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ı anlama ve yorumlama çabalarıyla ortaya çıkan dil bilimi, edebiyat ve yorum bilimleri ile kelam üzerinden inanç bütünlüğünü rasyonel zeminde ifade etme, İslam'ın temel prensipleri üzerinden hukuk oluşturma, hukuku hayata geçirirken mantık kullanma (kıyas) gibi çabalar bu bütünlüğe önemli katkılar vermiştir. Matematik ve geometriden astronomiye, tıptan biyoloji ve kimyaya hatta sulama teknolojilerine kadar, o tarihe kadar görülmemiş bir dizi bilimsel çalışma özellikle XII. yüzyılın ortalarına kadar Abbâsîler döneminde Bağdat'ı bir aydınlanma havzası haline getirmiştir. İslam değerleri üzerine inşa edilen bu medeniyet, özellikle medreseler etrafında örgütlenen bilgi ve öğrenme sistemleri açısından da dünyada ilktir.
Bu tür bilimsel çabaların yoğunlaştığı merkezler olarak İslam dünyasında kurulan medreselerde üretilen bilim ve düşünce birikimi, daha sonraki yüzyıllarda Batı dünyasının Rönesans ve Aydınlanma çağlarına zemin hazırlamıştır. Günümüzde yaygın olarak kullanılan modern medeniyet unsurlarının İslam medeniyetindeki köklerine dair birçok örnek bulunmaktadır. Örneğin bugün matematikte ve bilgisayar bilimlerinde kullanılan birçok kavram, Hârizmî'nin (780-850) modern cebirin temellerini atan eserlerine dayanmaktadır. Modern tıbbın birçok pratiği ve terminolojisi ise İbn Sînâ'nın (980-1037) çalışmalarına dayanır. İslam medeniyetinde kurulan medreseler, üniversite sisteminin erken örnekleridir. Modern çek sisteminin kökeni, büyük ölçüde İslam medeniyetinde ülkeler arasında ticaret ve finans işlemlerinde kullanılan yazılı bir ödeme taahhüdü veya senet anlamına gelen sakk sistemine dayanmaktadır. Eğitim, sağlık ve kamu hizmetlerinin finanse edildiği vakıf sistemi, modern sivil toplum kuruluşları ve hayır kurumlarının, hatta modern devletlerin sunduğu birçok hizmetin öncülüdür.
İslam medeniyetinin bu büyük birikimi, önce 1099 yılında Kudüs'e saldıran Haçlılar, ardından 1259'da Bağdat'ı işgal eden Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Yaşanan inanılmaz yıkımın en yakın şahitleri gelişmeleri ve sonuçlarını rapor eden Haçlı kronikleridir.
Selçuklu Devleti'nin toparlanarak Haçlı saldırılarını durdurmayı başarması; ardından ortaya çıkan Beylikler dönemi ve onu izleyen Osmanlı Devleti ile İslam dünyasının Batı'daki konsolidasyonu sağlandı. Ancak keşifler dönemi diye bilinen fakat sömürgeci Avrupa imparatorluklarının Asya, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika'nın büyük coğrafyalarına yerleşmeleriyle başlayan süreçte İslam medeniyetinin yaşadığı bölgelerin çoğu işgal edildi. I. Dünya Savaşı'nın sonu itibariyle Asya'dan Balkanlar'a kadar olan coğrafyada neredeyse işgal edilmemiş toprak kalmamıştı. II. Dünya Savaşı'na kadar geçen dönem ve sonrasında müslüman milletler kraliyetler veya cumhuriyet idareleri etrafında toparlanarak bağımsızlıklarını arama ve kendi devletlerini kurma sürecine girdiler. XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde müslümanlar yüzyıl öncesine göre daha güçlü bir görüntü verse de İslam coğrafyasındaki devletlerin ekonomik bağımsızlık ve kaynak hakimiyeti konusunda kat edeceği mesafeler bulunmaktadır.
Avrupa'da XVIII. yüzyıl Aydınlanma çağı, medeniyet kavramının modern anlamda şekillendiği dönem olarak kabul edilir. Bu dönemde akıl ve bilim vurgusu, medeniyetin ilerleme ve gelişme ile ilişkilendirilmesine yol açmıştır. Endüstri devrimi, modern medeniyetin ekonomik ve teknolojik temellerini atarak, toplumsal yapıları ve yaşam biçimlerini derinden etkilemiştir.
Bu andan itibaren medeniyet, genellikle Batı ile özdeşleştirilmiş ve bu yolla Batı'nın diğer toplumlara karşı üstünlük iddiası ortaya atılmıştır. Edward Gibbon'un XVIII. yüzyılda yazmış olduğu The History of the Decline and Fall of the Roman Empire adlı çalışmasından büyük ölçüde etkilenen Batılı akademisyenler, medeniyeti klasik Roma ve Yunan modellerinin yeniden canlandırılması olarak görmüş, bu da Batı'nın kendini medeniyetin standardı olarak kabul etmesine yol açmıştır. Bu çerçevede medenî kavramına atfedilen anlamlar genellikle şu şekildedir: Avrupalı/Batılı, kentli, seküler, rasyonel, yasalara uyan, şiddete başvurmayan, özenli, eğitimli, nazik, kibar, görgülü, disiplinli, düzenli ve üretken; serbest piyasa ekonomisine dayalı, konforlu, özel mülkiyete saygılı, kardeşçe ve özgür, kültürlü, bilgili ve doğa olaylarını kontrol edebilen. Buna karşılık, medeniyetsiz olarak nitelendirilenler ise; Batılı olmayan; kırsal veya vahşi; putperest, fanatik, teokratik; yasa dışı ve şiddet içeren (yani yasal prosedürler dışında şiddete başvuran); kaba saba; tembel, anarşik ve verimsiz; fakir, kuşatılmış; korsan ve hırsız; kardeş katili (veya hatta yamyam) ve özgür olmayan; kültürsüz, görgüsüz, cahil, okuma yazma bilmeyen, batıl inançlı ve doğanın insafına kalmış gibi kavram ve sıfatlarla ifade edilmektedir.
Bu yaklaşımlar bir taraftan Avrupa'nın sömürgeci imparatorluklarının emperyalist uygulamalarıyla şekillenirken, diğer taraftan sömürgecilik eğilimlerine meşruiyet sağlayan fikrî referanslar olarak yerleşmiştir. Modern çağda İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin felsefî arka planı olarak "white man's burden" (beyaz adamın yükü) ve "civilizing mission" (medenîleştirme misyonu) gibi kavramlara sürekli atıflar yapılmıştır. "White man's burden" İngiliz şair Rudyard Kipling'in 1899 tarihli şiirine dayanır ve İngilizler'in, diğer halkları uygarlaştırma sorumluluğunu üstlendiğini ifade eder. Bu ideoloji, Batılı olmayan toplumların geri kalmış, ilkel ve medeniyetsiz olduğu varsayımı üzerine kuruludur ve bu toplumların Batılı medeniyetin üstün değerleriyle tanışmasının bir zorunluluk olduğunu öne sürer. Dolayısıyla bu kavram Batılılar'ın sömürgecilik faaliyetlerini ahlakî bir görev olarak gördüklerini ifade eder.
Yine XIX. yüzyılda Fransa kaynaklı ortaya çıkan bir diğer kavram olan "mission civilisatricé" benzer şekilde, Batılı güçlerin sömürgelerinde uyguladıkları politikaların meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Bu ideolojiye göre, Batılı güçler medeniyetsiz veya geri kalmış olarak gördükleri toplumlara eğitim, sağlık, alt yapı ve hukuk sistemleri gibi "medenî" kurumları getirme görevini üstlenmişlerdir. Ancak bu misyon genellikle ekonomik ve siyasî çıkarlarla iç içe geçmiş olup, sömürgeleştirilen halkların kültürel kimliklerinin ve bağımsızlıklarının yok sayılmasıyla sonuçlanmıştır.
Modern medeniyet tartışmalarında önemli bir yer tutan bu kavramlar -aslında Batılı güçlerin sömürgecilik ve emperyalizm politikalarını meşrulaştırmak için kullandığı ideolojik araçlar- sömürgecilik sonrası (post colonial) çalışmalarda, özellikle Frantz Fanon'un Les damnés de la terre (1961) Edward Said'in Orientalism (1978) adlı öncü eserlerinde, Batı merkezli medeniyet anlayışının ve bu anlayışın getirdiği sömürgeciliğin eleştirilmesine yol açmıştır. Günümüzde, medeniyetin evrensel ve kapsayıcı bir şekilde tanımlanması, farklı kültür ve medeniyetlerin eşit değerler taşıdığının kabul edilmesi gerektiği görüşü giderek yaygınlaşmaktadır. Medeniyetin çağdaş yorumları, bu tür ayırımcı ve sömürgeci ideolojilere karşı durarak, insanlığın ortak değerlerini ve çeşitliliğini vurgular.
Modern medeniyet tartışmalarında önemli bir yer tutan bir diğer kavram, S.P. Huntington'ın "medeniyetler çatışması" (clash of civilizations) teorisidir. Huntington, soğuk savaş sonrası dönemde, dünya siyaseti ve çatışmalarının ideolojiler arasında değil, kültürler ve medeniyetler arasında olacağını savunmuştur. Bu teoriye göre, dünya üzerindeki büyük medeniyetler (Batı, İslam, Çin, Hint, Ortodoks, Latin Amerika, Afrika ve Japon medeniyetleri) arasında kültürel ve dinî farklılıklar, gelecekteki küresel çatışmaların ana kaynağı olacaktır. Huntington, medeniyetler arasındaki çatışmaların kaçınılmaz olduğunu öne sürer ve Batı medeniyetinin diğer medeniyetler üzerinde üstünlük kurma çabalarının, bu çatışmaları daha da körükleyebileceğini belirtir.
Huntington'ın teorisi, geniş yankılar uyandırmış ve eleştirilere konu olmuştur. Eleştirmenler, bu teorinin kültürel farklılıkları abartarak, medeniyetler arasında düşmanlık oluşturma potansiyeline sahip olduğunu ve kültürel çeşitliliğin olumlu yönlerini göz ardı ettiğini savunurlar. Pek çok araştırmacı, medeniyetler arasında Huntington'ın çizdiği gibi kesin ayırımlar olmadığını, Batı'nın yükselişinin büyük ölçüde Doğu medeniyetleriyle etkileşimler sonucu gerçekleştiğini ve günümüzde Batı medeniyetine atfedilen icat ve uygulamaların aslında Çin, Hint ve İslam dünyasından alındığını ifade etmişlerdir. Örneğin Hobson, dünya ticaretini Avrupa'nın oluşturmadığını, aksine Amerikan gümüşünü kullanarak zaten mevcut olan Hint ve Çin pazarlarına entegre olduğunu belirtir. Ayrıca Avrupalı güçlerin serbest ticaret, mantıklı yönetim ve demokrasi sayesinde değil, zorla ticaret haklarını elde ederek ve sanayi devrimini sert düzenlemeler altında geliştirerek hegemonya kurduklarını savunur. Bu bağlamda, modern medeniyetin gelişiminde Doğu medeniyetlerinin oynadığı rolü vurgulayan Hobson, Batı'nın üstünlük iddialarının aslında büyük ölçüde Doğu'nun katkıları üzerine kurulu olduğunu göstermektedir.
Bu tespitlere karşın özellikle XIX. yüzyılda Batı medeniyetinin halihazırdaki tek ve en kapsayıcı bir medeniyet olduğu yaklaşımları ortaya çıkmıştır. Tek bir küresel medeniyet olduğu ve bu medeniyetin bütün insanlığı kapsadığı iddiası, bir yandan barışçı görünmekle beraber, diğer yandan da Batı kültürel değerlerinin ve normlarının diğer kültürlere empoze edildiği bir kültürel hegemonya, homojenleşme ve yerel kimliklerin yok edilmesi gibi riskler taşır. Kültürel emperyalizm yalnızca dünya genelinde benzersiz kültürel zenginliklerin yok olmasına değil, aynı zamanda var olan kültürel farklılıkların "medenî olmayan" yani geri kalmış veya ilkel olarak damgalanmasına da yol açmıştır.
Örneğin Arnold Toynbee (ö. 1975) Batı medeniyetinin biricikliğini vurgulasa da A Study of History (1934-1961) isimli eserinde birçoğu şu an devam etmese de tarihte yaşamış yirmi altı medeniyeti inceler. Ancak medeniyetleri birbirlerinden farklı temeller üzerinde blok yapılar olarak görmek farklılıkların kaçınılmaz biçimde çatışmalar doğuracağı algısına da yol açmaktadır. Medeniyetler değişmeyen, dönüşmeyen, birbirleriyle etkileşimi olmayan katılaşmış ve somut yapılar değildir.
Medeniyetlerin tarihsel başarılarını ve gelişimlerini ölçmek, yükseliş ve çöküşlerinin sebeplerini ortaya çıkarmak için öne sürülen pek çok ölçüt vardır. Enerji kullanımı, kentleşme, bilgi işleme kapasiteleri, nüfus, zenginlik ve askerî güç gibi ölçütler, medeniyetlerin karşılaştırılabilir bir analizini sunar.
Örneğin Gibbon, Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü çeşitli iç ve dış faktörlere, özellikle de ahlakî bozulma, siyasî istikrarsızlık, ekonomik zorluklar ve barbar istilaları gibi hem somut hem de somut olmayan bir dizi faktöre bağlar. İbn Haldun da iklim ve coğrafî şartların yanı sıra ekonomik yapı ve yönetim şeklinin de medeniyetlerin çöküşünde önemli rol oynadığını savunur. İbn Haldun, toplumların yükselişini ve düşüşünü, toplumsal dayanışma ve grup bilinci anlamına gelen asabiyet kavramı üzerinden açıklar. Toplumlar, güçlü bir asabiyete sahip olduklarında yükselir, zayıfladığında ise düşüşe geçer. Öte yandan İbn Haldun, dayanışma dürtüsünün en ileri derecede küçük göçer topluluklarda bulunduğunu ama konforun bu duyguyu zayıflattığını ifade etmiştir.
Kimi araştırmacılar, medeniyetlerin belirli bir yaşam döngüsüne sahip olduğunu ve her medeniyetin doğuş, gelişme, zirve ve çöküş aşamalarından geçtiğini öne sürmektedirler. Batı medeniyetinin de daha XX. yüzyılın başlarında bu döngünün sonuna yaklaştığını savunanlar vardır. Yükseliş ve çöküş döngüsü üzerinden şekillenen bu teori temelde, yükselirken karmaşık düzenler kurmuş toplumların bu karmaşık hiyerarşiyi sürdürecek maliyetleri karşılayamadıklarında da çöktüğünü savunur. Bu teoriye itiraz eden yaklaşımlar ise medeniyetlerin ancak kendi ve öteki bağlamı üzerinden sürekli bir öteki tehdidi ile canlılıklarını daha uzun süre devam ettirebileceğine inanır. Batı medeniyetinin farklı yüzyıllarda kendine farklı tehditler seçmesi ve bu tehditler üzerinden yeniden yapılanma eğilimlerine girmesi bu anlamda değerlendirilmelidir.
Al-Khalili, Jim. The House of Wisdom: How Arabic Science Saved Ancient Knowledge and Gave Us the Renaissance. New York 2011.
Ansary, Tamim. Destiny Disrupted: A History of the World Through Islamic Eyes. New York 2010.
Fazlur Rahman. “Islam and Medicine: A General Overview”. Perspectives in Biology and Medicine. 27/4 (1984), s. 585-597.
Frankopan, Peter. The Silk Roads: A New History of the World. New York 2015.
Gibbon, Edward. The History of the Decline and Fall of the Roman Empire. ed. D. Womersley. London 1994.
Hobson, John M. The Eastern Origins of Western Civilisation. New York 2004.
Huntington, Samuel. “The Clash of Civilizations”. Foreign Affairs. 72/3 (1993).
İbn Haldun. Mukaddime. çev. S. Uludağ. İstanbul 2023.
Kutluer, İlhan. “Medeniyet”. DİA. 2003, XXVIII, 296-297.
Makdisi, George. The Rise of Colleges. Edinburgh 1981.
McNeill, J.R. – McNeill, William H. The Human Web: A Bird’s-Eye View of World History. New York 2003.
Naqvi, Nauman. “Civilization”. International Encyclopedia of the Social Sciences. 2018. https://www.encyclopedia.com/social-sciences/applied-and-social-sciences-magazines/civilization (Erişim tarihi: 17.08.2024).
Said, Edward W. Orientalism. New York 1978.
Sen, Amartya. Development as Freedom. New York 1999.
Spengler, Oswald. The Decline of the West. çev. Charles Francis Atkinson. New York 1926.
Starr, S. Frederick. Lost Enlightenment: Central Asia’s Golden Age from the Arab Conquest to Tamerlane. Princeton 2013.
Sybel, Heinrich von. The History and Literature of the Crusades. London 1861.
Watt, Carey A. “Introduction: The Relevance and Complexity of Civilizing Missions c. 1800-2010”. Civilizing Missions in Colonial and Postcolonial South Asia: From Improvement to Development. ed. C. A. Watt – M. Mann. London - New York 2011, s. 1-34.
Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/medeniyet
Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.
İnsanlığın siyasî, felsefî, kültürel, ekonomik, teknik vb. alanlardaki kurumsal birikimi.