Tarihçi, filozof, siyaset ve devlet adamı.
Tarihçi, filozof, siyaset ve devlet adamı.
Tunus'ta doğdu, Kuzey Afrika'nın çeşitli bölgelerinde ve Endülüs'te yaşadı, hayatının son yirmi yılını geçirdiği Kahire'de vefat etti ve oraya defnedildi.
Hayatı hakkında geniş malumat bulunmaktadır. Hem kendisi kendi otobiyografisini hazırlamış hem de Lisânüddin İbnü'l-Hatîb, İsmâil b. Yûsuf b. Ahmer gibi çağdaşı olan birçok müellif, o daha hayatta iken telif ettikleri eserlerde onun hakkında bilgi vermişlerdir. Bunların yanında İbn Hacer, Aynî ve Sehâvî gibi talebeleri ve daha sonra yaşamış birçok biyografi müellifi de onu kitaplarında tanıtmışlardır. Hayatı hakkındaki kaynak zenginliğine rağmen henüz, bunların bütününü değerlendiren bir biyografi çalışmasının konusu olmamıştır.
İbn Haldun hayatının ilk yirmi yılını Tunus'ta, yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs'te, dört yılını yine Tunus'ta, son yirmi dört yılını da Kahire'de geçirmiştir. Hayatını ana hatlarıyla dört döneme ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki 1332 yılındaki doğumundan ilk memuriyetini aldığı 1350'ye kadar olan dönemdir. İkinci dönem ise ilk resmî görevinden 1375 yılında İbn Sellâme Kalesi'ne çekilerek, orada meşhur eseri el-İber'i telif etmeye başlamasına kadar devam etmektedir. Üçüncü dönemi, Tunus'a tekrar döndükten sonra mümkün olduğu kadar siyasî faaliyetlerin dışında kalmaya çalışarak sürdürdüğü telif dönemidir. Dördüncü dönemi ise Mısır'da geçen ve 1383-1406 yılları arasını içine alan, daha çok tedris ve kadılık vazifelerini üstlendiği ve aktif siyasetin dışında kaldığı son dönemidir. Bu dönemleme, İbn Haldun'un faaliyetlerinin ağırlığı dikkate alınarak yapılmıştır; siyasetle doğrudan ilgilendiği dönemde ilimden, ilme yöneldiği dönemde de siyasetten mutlak bir kopuş söz konusu olmamıştır. Hayatının her döneminde doğrudan veya dolaylı ilim, tedris ve siyasetle irtibatlı olmuştur.
İbn Haldun'un eserlerinin sayısı fazla değildir. Bunlar arasında en önemlileri Fahreddin Râzî'nin el-Muhassal adlı metafizik eserine on sekiz-on dokuz yaşlarında iken yazdığı Lübâbü'l-Muhassal isimli ihtisar ile bir dünya tarihi olarak hazırladığı Kitâbü'l-İber ve Dîvânü'l-Mübtede' ve'l-Haber fî Eyyâmi'l-Arab ve'l-Acem ve'l-Berber ve men-Âsarahüm min-Zevi's-Sultâni'l-Ekber adlı kitabıdır. Kitâbü'l-İber bir "mukaddime" ve üç "kitap"tan müteşekkildir. Eserin giriş kısmı "Mukaddime" adıyla müstakil kitap muamelesi görmüş ve o şekilde meşhur olmuştur. Mukaddime'nin dünyanın önemli dillerine tercümeleri olduğu gibi Türkçe'ye de XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda tercümesi yapılmıştır. İbn Haldun bu eserinin sonuna, daha sonra müstakil kitap olarak neşredilmiş olan, kendi otobiyografisini eklemiştir.
Diğer bir eseri tasavvufa giriş olarak hazırlanmış olan Şifâü's-Sâil isimli kitabıdır. Eser Türkçe'ye Tasavvufun Mahiyeti adıyla Süleyman Uludağ tarafından tercüme edilmiştir (İstanbul 1984).
İbn Haldun'un eğitimle ilgili düşüncesi genel düşüncesinin bir parçasıdır. Onun düşüncesini ifade eden en temel terim "umran"dır; umran, insanların beraber yaşamasının ön şartları, keyfiyeti ve sonuçlarını konu edinir. Bu sebeple insan ve toplum bilimlerinin hemen hepsi ile alakalıdır. Mukaddime ve umran ilmi genel olarak tarihî-toplumsal varlık ve onun muhtelif hallerini, zaman ve mekâna bağlı olmaksızın ele aldığı için bir toplum metafiziği olduğu gibi, tarihi toplumsal varlığın verili tarihi ve coğrafî bağlamda nasıl tahakkuk ettiğini ele alması cihetinden toplum bilimi, ekonomi, sosyal psikoloji, siyaset bilimi gibi birçok disiplini de ihtiva etmektedir.
İbn Haldun kendi yaşadığı dönemdeki toplumlar hakkında verdiği ilk elden bilgiler ve bu toplumları tahlil ederken takip ettiği yöntem üzerinden, yerkürenin diğer bölgelerinde yaşayan toplumların nasıl araştırabileceği ile ilgili temel soruları ve cevap yolları/yöntemleri hususunda çıkarım yapmak mümkündür.
Bu çerçevede birbirinden ayrılması gereken iki husus vardır: Birincisi, insanların insan olmaları bakımından, toplumsallaşma ile olan derin irtibatlarıyla alakalıdır. Bu cihetten bakıldığında, bilinen haliyle insanlar var olduğu müddetçe İbn Haldun'un tespitleri önemli ve belirleyicidir. Bunlar kısaca şu şekilde ifade edilebilir:
İnsan, özünde zayıf ve başkasına bağımlı bir varlıktır. İnsan, varlığını sürdürebilmek için başka insanlarla söz ve iş birliği yapmak zorundadır. Aralarında söz ve iş birliği yapan insanlar, verili imkânlar çerçevesinde düzenler oluştururlar. Söz ve iş birliğinden doğan her düzen/müessese, bir güç ortaya çıkarır. Ve bir toplumun gücü, o toplumu oluşturan insanların birbirlerini destekleme hususundaki gücüne bağlıdır. Elde bulunan güç kullanıldıkça artar ve büyür. Nihayet her gücün bir sınırı ve sonu vardır; sınırına/gayesine ulaşan her güç adım adım zayıflar; yerini başka bir güce bırakır.
İbn Haldun'un düşünce esasını insanın muhtaç bir varlık olduğunun ve hep öyle kalacağının farkındalığı teşkil eder. İnsan bedeni olduğu için fizikî dünyaya, canlı olduğu için gıdaya, aklı olduğu için diğer insanlarla iletişime muhtaçtır. İnsan varlığını, ihtiyaçlarını karşılayarak ve karşıladığı ölçüde sürdürebilir.
İnsanların ihtiyaçları zaruri olan, belirli bir düzene bağlı olarak ortaya çıkan arzular ve zevklerin ilgi ufkunda zuhur eden ihtiyaçlara doğru bir seyir izler. Klasik dil bu ihtiyaçları, "zarûriyât", "hâciyât" ve "tahsîniyât" olarak isimlendirir.
İnsan varlığını farklı aşamalara denk düşen ihtiyaçlarını karşılayarak sürdürür. Bu süreçte insanın en büyük desteği diğer insanlar olduğu gibi, insanları tehdit eden en büyük meydan okuma da yine diğer insanlardan gelir. Bu sebeple insanlar varlıklarını bir cihetten dayanışma yoluyla, başka bir cihetten de yine daha üst bir dayanışmaya yönelik olarak gerçekleşen bir çatışma yoluyla sürdürürler.
Dayanışmanın esasını genellikle canlılarda fıtrî olarak bulunan/verilmiş olan yakınını koruma meyli teşkil eder. Yakınını koruma meylini İbn Haldun "asabiyet" olarak teşhis eder. Asabiyet esas itibariyle verilmiş olduğu için, ilk ve aslî haliyle sonradan kazanılmaz. Bütün insanlarda mevcuttur. İnsanlar doğdukları aile içinde kendilerini koruyan bir çevreyi hazır bulurlar. Bu aile, kan akrabalığına yani nesep bağına bağlı olarak bulunur. Nesep bağı en yakın akrabalardan başlayarak, adım adım uzak akrabalara kadar genişler ve bu akrabalık kabile toplumlarının esasını teşkil eder. Asabiyet ilk halinde tabiidir. Ancak bir sonraki aşamada insanlar, aslî asabiyete bağlı olarak bir araya gelip, bir toplum oluşturduklarında, tek tek sahip oldukları gücün ötesinde bir güç ortaya çıkar. Bu gücün tabiatı, etkin olmaktır. Güç etkin olur. Bunun neticesinde gücü temsil eden farklı insan toplulukları arasında bir etkileşim kaçınılmaz olur. Bu etkileşim duruma göre bir çatışmadır.
Topluluklar arasındaki çatışma genellikle birinin diğerini yok etmesi sonucunu doğurmaz; mağlup olanın galip gelenin etki alanına girerek hem galip olanın hem de mağlup olanın bir araya gelmesiyle daha büyük bir gücün ortaya çıkması, tarihin akışını tayin eden en önemli unsurdur.
Bir kabile içinde doğan insanların orada varlığını sürdürmesi genellikle sözlü kültür içinde formel bir eğitimi gerektirmediği için, insanların fıtrî kabiliyetlerinin etkin olmasının tabii çevre ile uyuma dayalı bir esası bulunmaktadır. İbn Haldun insanların tabii çevre ile onu değiştirmeye teşebbüs etmeden irtibatlı olarak varlığını sürdürme halini "bedâvet" olarak teşhis etmiştir. Bedâvet genel olarak insanlığın tabiatla içli dışlı olduğu temel bir hale denk düşmekle birlikte, çift yönlü bir oluş sürecini kendinde taşımaktadır. Bir yönde insanlar içine doğdukları ve buldukları tabiatı tahrip ederek varlıklarını sürdürebilirken, başka bir cihetten de bu tabiatı güzelleştirerek yer yüzünü imar edebilirler. Tabiatı tahrip ederek varlığını sürdürme hali "vahşet"tir. Yeryüzünü insanlar için yaşanılır hale getirmek anlamında "imar" etmeyi ise İbn Haldun "umran" olarak isimlendiriyor. Bedâvet, tabiatı, ona bir şey katmamakla birlikte tahrip de etmediği için, insanların varlığını, zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak sürdürmeyi temin etmesiyle umranın bir halini teşkil ediyor. Ama esas umran insanların yeryüzünde bazı bölgelere yerleşmeleriyle ortaya çıkıyor.
Bir yere yerleşmek demek, orayı insanların yaşamaları için değiştirmek demektir. Böylelikle bir yere yerleşenler orada tabii olarak mevcut olmayan, insanların zaruret harici ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik gerçekleştirdikleri unsurlarla o yeri farklılaştırır. Dolayısıyla orada yaşayan insanlar, tabii olanla irtibatlarını muhafaza etmekle birlikte, hayatlarını büyük oranda insanlar tarafından üretilmiş olan şeylerle irtibat içinde geçirirler. İnsanlar tarafından üretilen şeyler, insanların alışkanlıklarına bağlı olarak, varlıklarını sürdürürken ihtiyaç hissettikleri şeyler ve ilişkiler haline gelir. Eğitime gerçek anlamıyla tam da bu aşamadan sonra ihtiyaç duyulur.
İnsanları bir arada tutan ve onlara bir bütünün parçası olarak yaşama imkânı sunan daha üst ve üstün bir bağ, bir nebînin daveti ile irtibatlı olarak teşekkül eder. İbn Haldun bir peygamberin davetine ittiba edenler arasındaki dayanışmanın, kan akrabalığına dayanan asabiyetten daha güçlü ve daha kapsamlı olduğunu özellikle vurgular. Ayrıca bir peygamberin daveti, rivayetlere esas teşkil ettiği için, zamanla tedvin edilerek, müdevven ilimleri hazırlar. Müdevven ilimler, onları bilenlerin yeni yetişen nesillere öğretmesi yoluyla muhafaza edildiği için, eğitim öğretimin konusunu teşkil ederler.
Eğitim insanın bağımlılık ilişkileri düzeni içinde, ihtiyaçlar seviyesinde ortaya çıkarken kemalini tahsîniyât aşamasıyla kazanır. Eğitim hem fertlerin hem de toplumun eksiklerini sistematik bir şekilde ikmal etme sürecinin bir boyutu olarak taayyün eder.
İbn Haldun'un eğitim öğretimle ilgili meseleleri Mukaddime'nin son bölümlerine doğru ele alması, eğitimin umranın belirli bir aşamasından sonra taayyün etmesiyle doğrudan alakalıdır. Umranın bir aşamasında -bedâvet aşaması- formel anlamda bir eğitim hem gereksiz hem de anlamsız olduğu gibi, belirli bir aşamadan sonra ise toplum eğitim olmadan varlığını sürdüremez. Bu durum insanın muhtaç bir varlık olması ve hep muhtaç kalmasıyla doğrudan alakalıdır. İhtiyaçlar değişmekle birlikte insanın muhtaç olması, insanın özü olarak hiç değişmemektedir.
İbn Haldun'un eğitimle ilgili düşüncesi ile kendisinin yetişmesinde takip edilen usul arasında oldukça önemli bir irtibat vardır. Kendisi önce Kur'an okumayı öğrenmiş, Kur'an'ı yedi kıraat üzerinden hıfzettikten sonra, bir taraftan da kıraat ilimlerini öğrenmiş, daha sonra nahiv ve edebiyat dersleri almıştır. Burada yine dikkat çeken hususlardan biri nahiv eğitimiyle fıkıh usulü eğitiminin birlikte yapılmış olmasıdır. Nahiv eğitimini alırken İbnü'l-Hâcib'in muhtasarını da -ezberini tamamlamamış olmakla birlikte- okumuş olması dikkat çekicidir. Bunların yanında hocalarından Ebû Abdullah Muhammed b. Bahr'ın onu şiir ezberlemeye teşvik etmesi ve bunun üzerine onun bazı şiirleri ezberlemesi, daha sonra dil eğitiminde ezberin ehemmiyetine vurgu yaparken, bizzat kendi tecrübesinden aldığı bir esas olmalıdır. Bundan sonra özellikle hadis tahsiline yönelerek temel hadis kitaplarının önemli bir kısmını tahsil etmiştir. O aynı zamanda iyi bir fıkıh tahsili yaptığını, hocalarının bir kısmının isimlerini vererek ve hangi kitabı kimden okuduğunu zikrederek tavsif etmektedir. Bunun yanında İbn Haldun'un hadis tahsili sırasında, hadis tahsilinin bir parçası olarak İbn İshak'ın siyerini de okumuş olması dikkate değer bir durumdur.
İbn Haldun'un aklî ilimleri ne zaman okumaya başladığını tespit etmek zor olmakla birlikte kendisi hocası Âbilî'nin Tunus'a geldiği zaman ondan iki aslı (asleyn), mantık ve diğer hikemi ve talimi fenleri (ve sâire'l-fünûni'l-hikemiye ve't-ta'lîmiye) öğrendiğini söylemektedir.
Öyle gözüküyor ki, İbn Haldun formel anlamda bir medrese eğitimi almamıştır; o bire bir ilişkiler içinde, o zamanlar devam eden ders halkalarına katılmış, hocalarından Ebû Abdullah Muhammed b. Bahr'ın halkasında ve diğer halkalarda kendisini göstererek birçok âlimden genel veya özel icazetnameler almıştır. Bu hususun onun eğitim anlayışına herhangi bir şekilde tesir edip etmediğini belirlemek oldukça zordur.
İbn Haldun ilmi, tek tek şahısların temrinlerle kazandığı bir meleke olarak kabul eder. İlmin asıl olarak bir meleke olması ve ilmî ve ahlakî melekelerin de daha çok bu melekeye sahip olan âlimlerle doğrudan ilişkilerle kazanılması, ilimle eğitimin birleştiği bir yerdir. Böyle olunca da eğitim öğretim, doğrudan hoca-talebe münasebeti ile kazanılması sayesinde sadece bir malumat alışverişi olmaktan çıkmakta, hemen bütün boyutlarıyla bir hayat ve düşünme tarzının meleke olarak kazanılması sürecinin bir parçası haline gelmektedir. Böylece eğitim öğretim bizzat ilmin bir parçası olmaktadır. İlim bir gelenek işidir. Gelenekler ise o geleneğe intisap edip onu benimseyerek tatbik edenlerin varlığı, kendisinden sonra gelene, aynı imkânın sağlanarak sürdürülmesiyle oluşur. Bu sebeple eğitim öğretim ilmin dinamik tarafını ifade etmektedir.
İbn Haldun'un düşüncesinde eğitimin amacı talebenin ilgilendiği alanda bir "meleke" kesbetmesi olduğu için telif edilen eserlerin bu amaç dikkate alarak hazırlanması gerekir. Burada yine önemli bir husus, talebenin yaşı ve zihnî kabiliyetlerinin dikkate alınmasıdır. İnsanın çocukluktan itibaren yaşına uygun bir zekâ ve idrak seviyesi olduğu bilinerek, onun anlayabileceği meselelerin, onun kavrayacağı bir şekilde verilmiş olması gerekmektedir. Bu durum özellikle çok muhtasar ve kavramlarla dolu eserlerde gözetilmediği için, böylesi eserler ezber için müsait olsa da anlaşılmadan ezberleme, bir meleke kesbini engellemektedir. Bu ise ilim tahsilinin önündeki en büyük engellerden biridir. Bundan dolayı tedriste ders kitabı olarak hazırlanan eserlerin, yetişme çağında olan çocukları aşama aşama, ilme yaklaştırması, meselelerle bu meseleleri inceleme yolarını, öğrencinin zihin ve fikir durumuna uygun bir şekilde, ilmin son sınırına kadar götürmesi esastır. Eğitimde asıl amaç, sadece malumat vermek değil, bunun ötesinde ilimde "tam bir meleke" kesbinin sağlanmasıdır; ancak bu husus, İbn Haldun'un müşahedelerine göre müteahhirîn döneminde yeterince dikkate alınmamaktadır.
İbn Haldun'un eğitim anlayışında esas aldığı husus, insanın başlangıçta hiçbir şey bilmeyen, ancak zaman içerisinde tecrübî olandan başlayarak tecrit ve terkibe doğru giden bir zihnî gelişme süreci yaşadığıdır. Eğitim insanın zihnî gelişiminde mevcut olan bu durumu dikkate alır. Talebelerin kendi tecrübesiyle bildikleri şeylerden başlayıp, bilinene dayandırarak bilinmeyeni öğretir. Doğru olan eğitim öğretim şeklinde genel olarak her ilim için üç ayrı seviye, üç ayrı aşama uygulanmalıdır. Birinci aşamada talebe istidadı dikkate alınarak, ilmin esasına ve esas meselelerine yaklaştırılır. İkinci aşamada temel kavramlar yanında muhtelif meseleler ve bunlarla ilgili ihtilaflar üzerinde durulur. Bu aşamada mesele halletme şekilleri, varsayımları, delillerin neler olduğu ve bunların ilim içinde kullanılış şekilleri neticeleriyle birlikte gösterilir. Üçüncü aşamada ise, o disiplinin halledilmiş olan meselelerini, hal yollarıyla birlikte yeniden gözden geçirdikten sonra, halledilmemiş olan müşkil meseleleri de ele alınarak, talebenin ilimle ilgili tam bir meleke kazanması sağlanır. Bu sağlandığı zaman talebeye o ilimle ilgili olarak "icazet" verilir.
Eğitim tarzı, talebelerin karakterlerine de doğrudan tesir ettiği için, oldukça önemlidir. İbn Haldun, baskıcı ve talebelerin sahip olduğu kabiliyetleri dikkate almayan bir eğitimin başarılı olamayacağı kanaatindedir. Ona göre baskı insanlardaki teşebbüs gücünü yok ettiği gibi, kabiliyeti olmayan birini bir ilim alanında yetiştirmeye çalışmak, zaman kaybından ibarettir. Bundan dolayı hocanın eğitimde dikkat etmesi gereken en önemli iki husus, talebenin istidatlı olup olmadığını tespit ederek onu sert olmayan bir şekilde aşama aşama ilmi meseleleri tanıma ve çözme yoluna sokmaya çalışmasıdır.
Dinin tarihî gidişat üzerindeki tesiri konusunda İbn Haldun İslam'a istisnaî bir yer verir. Sadece toplumsal oluşumlar, Arap asabiyetinin vahdeti gibi meselelerin yanında, asıl itibariyle muhtelif ilimlerin ortaya çıkmasını, bunların gelişmesini de yine İslamiyet ile alakalı olarak görür. Ona göre bütün bu oluşumların muktezası (gerekli sebebi) Kur'an'dır. Mesela lisan ilimlerinin ortaya çıkmasını, Arapça'nın kazandığı ehemmiyeti, hatta bunlara bağlı olarak ulûm-ı evâilin Arapça'ya tercüme edilebilmesini, Arapça üzerinde gösterilen hassasiyeti ve şer'î ilimlerde ortaya çıkan gelişmeleri Kur'an-ı Kerim'in tesirinin bir sonucu olarak görür. Eğer şer'î ilimler gereği gibi veya belirli bir oranda gelişmiş olmasalardı, aklî ilimlerle ilgili tercüme ve teliflerin yapılması da mümkün olamazdı.
İbn Haldun'un eğitim öğretime yaklaşımı, bir taraftan onun insan kavrayışına diğer taraftan da İslam medeniyetinin birikimine dayanır. Bunların ikisini ise varlık anlayışı üzerinden irtibatlandırır.
Öz olarak insan, doğduğunda hiçbir şey bilmez; adım adım öğrenir; öğrendikçe, öğrendiklerini uygular; uyguladıkça yeni şeyler öğrenir. Bu süreç imkân olarak sınırsız gözükse de, insanın ve toplumun kabiliyetleri ile sınırlıdır.
İnsanın öğrenmesi, aynı zamanda yaşarken ferdî ve toplumsal yönü bulunan fiiller gerçekleştirmesi anlamına gelir. Başka insanları ilgilendiren ve başka insanlarla birlikte gerçekleşen fiiller, bir düzen kazanarak yeni bir varlık tarzı ortaya çıkarır. Bu yeni varlık tarzı yine bilgi konusu ve kaynağı haline geldiği için, insanın öğrenme süreci eyleme sürecinden, eyleme süreci de öğrenme sürecinden bağımsız değildir. İnsan eylerken öğrenir, öğrenirken yeni ve daha farklı eylemler gerçekleştirme imkânını keşfeder.
Eğitim insanın bu oluşum sürecine, insandaki kabiliyetlerin inkişafına destek olarak refakat eder. Eğitim insanda en azından bilkuvve mevcut olmayan bir şey oluşturamaz; olanı, başka şeylerle de irtibatlandırarak inkişafını temin eder.
İnsan bir toplumda doğar; bu toplumun maddi ve manevi bir düzeni vardır. Bu düzen, muntazam ve müretteptir. Muntazam ve mürettep olan bu düzene İbn Haldun umran der. Bugün biz buna dünya, medeniyet veya uygarlık diyoruz. Umran bedevî ve hadarî olarak iki kısma veya aşamaya ayrılır. Eğitim dünyaya gelen insan yavrusunu, bu umran içinde, diğer insanlarla birlikte yaşamaya hazırlar. Dolayısıyla insanların neyi öğreneceği ve neleri kazanacakları, hangi aşamadaki bir topluma doğdukları ile doğrudan alakalıdır.
İbn Haldun'un eğitim görüşünün iki yönü vardır: Biri, genel ve formel olan yön. Bu yönden İbn Haldun'un eğitime bakışı, genel olarak insan ve varlık anlayışının bir parçasıdır. Müdevven ilimler ve bütün sem'î alan, sözlü ve habere dayandığı için bu alanların öğrenilmesi, sem'î olanla irtibat üzerinden kurulur. İkinci varlık mertebesinin en önemli boyutu, tarihî ve rivayet, nakil boyutudur.
Diğeri ise kendi yaşadığı dönemdeki İslam medeniyet birikimini dikkate alan ve bu medeniyet birikimine doğmuş olan bir insan yavrusunun, bu medeniyetin mensubu olarak neleri, nasıl öğreneceği; hangi bilgi ve becerileri kazanacağı/kazanması gerektiği ile alakalıdır.
Genel eğitim görüşü, insanın biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim süreciyle doğrudan alakalıdır. Bu yaklaşım fıkıh usulünde "ehliyet" konusu ele alınırken de göz önünde bulundurulduğu için, tamamen İbn Haldun'a özgü değildir. O dönemde İslam kültüründe yaygın olarak bilinen ve kullanılan bir yaklaşımdır.
Buna göre insanda önce temyiz kabiliyeti ortaya çıkar; bunu müktesep veya tecrübî akıl mertebesi takip eder. En üst aşamada ise nazarî akıl mertebesi bulunur.
Eğitim sürecinde bu aşamaları takip ederek çocukların onlara denk düşecek bir şekilde yetiştirilmesi gerekir. Önce nesneleri ve mânaları birbirinden temyiz edecek bir eğitim verilir. Bu eğitim esas itibariyle dil üzerinden gerçekleşir. Çocuk dili öğrenirken, belirli konumlarda belirli bir şekilde, muktezâ-yı hâle muvafık bir şekilde, davranmayı da öğrenir.
Burada davranışın hem söz hem fiil hem de takrirleri içerdiğini dikkate almak gerekir. Çocuk konuşması gereken yerde, uygun kelimeleri, uygun söz dizimiyle ifade etmeyi öğrenir. Ama aynı şekilde fizikî anlamda çevresine nerede, ne zaman ve nasıl müdahale edeceğini veya etmeyeceğini de en genel çerçevede bu aşamada öğrenir. Çocuklar eğitimlerinin bu aşamasını genellikle aile içinde tamamlarlar.
Bir sonraki aşama, ailede katedilen aşamayı içerik ve derinlik yönünden ikmal eder. Bu aşamada çocuk daha önceki birikimi üstlenmeye yönelir. Birikim ise daha çok yazılı metinlerde ona ulaşır. Yazılı metinlerle irtibat kurmanın kalıcı yolu, mümkün mertebe onların hıfzedilmesi yani ezberlenerek hafızaya alınmasıdır. Bu anlamda hafıza insanın ihtiyaç halinde müracaat ettiği bir hazinesidir. İnsan hafızasına çok şeyi alır; ama hafızasında bulunanı her zaman kullanmaz, ihtiyaç hasıl oldukça ona müracaat eder. Bu aşamada eğitim öğretim, bir taraftan insanın içine doğduğu medeniyetin birikimini tanıyarak üstlenmesiyle alakalı olduğu gibi, başka bir yönden de bu birikimle, yine bu birikimin sağladığı imkânlarla, eleştirel, yani tahkike dayalı bir irtibat kurmasına hazırlık anlamına gelir.
Bilgi olarak yeterli donanıma sahip olanlar artık daha üst bir aşamaya, nazarî akıl seviyesine geçebilirler. Nazarî akıl seviyesi, mevcudun bilgisine sahip olanın, bununla tahkike dayalı bir irtibat kurması; onu esaslarıyla irtibat içerisinde yeniden düşünerek inkişaf ettirme yönünde bir gayret göstermesi anlamına gelir. Bu aşamadaki eğitimin tahakkuku ve semere vermesi sınırlı ölçüde mümkündür. Büyük filozoflar, âlimler, müçtehitler ve mücedditler bu şekilde yetişebilir; ancak bu yola giren herkes amaca ulaşamaz. Bu, âlim olmanın gerekli şartı olmakla birlikte yeterli şartı değildir.
İbn Haldun'un kendi yaşadığı dönemdeki İslam medeniyet birikimini dikkate alarak eğitime bakışı da genel eğitime bakışının bir tür uygulamasıdır. Buna göre kendi yaşadığı dönemde ve bölgede, konuşulan dil Arapça olduğu için, eğitimde Arapça'ya özel bir yer verir. Yukarıda ana hatlarıyla ifade edilen üç aşamalı sistemi dikkate alarak her bir ilimdeki eserleri inceler ve hangi aşamada hangi eserin okunmasının isabetli olacağına dair tavsiyelerde bulunur. Zanaatların öğrenilmesi de aynı şekilde bu bağlamda söz konusudur.
Mukaddime'nin altıncı kitabında, o zamana kadarki İslam medeniyetinin ilmî birikimini hem değerlendirerek özetler hem de bu alanlarda yetişmek isteyenlerin hangi kitaplardan nasıl istifade edeceğini/edebileceğini anlatır.
Nazarî akıl mertebesi söz konusu olduğunda ise, bizzat kendi yaptığı, bunun ne olduğunun bir örneğidir. İbn Haldun, geçmişteki birikimi ve İslam toplumunun o günkü durumunu dikkate alarak toplumun ve medeniyetin erdemlerini ve kusurlarını, esaslarını tahlil ederek, erdemleri arttırmak ve kusurları azaltmak yoluyla İslam toplumunun ve medeniyetinin nasıl muhafaza edileceğinin makul yollarını göstermeye çalışmıştır. Bu çalışmasını tamamlanmış değil, başlanmış bir çalışma olarak kabul ederek bunun ikmalini kendisinden sonra gelecek nesillere bırakmıştır.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri. “Türkiyede İbn Haldunizm”. 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı. İstanbul 1953, s. 153-163.
Görgün, Tahsin. “İbn Haldûn (Görüşleri)”. DİA. 1999, XIX, 543-555.
Hassan, Ümit. İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi. İstanbul 1998.
İbn Haldûn. Mukaddime. nşr. Ali Abdülvâhid Vâfî. I-III, Kahire 1401.
a.mlf. et-Ta‘rîf bi-İbn Haldûn ve Rihletihî Garben ve Şarken. nşr. Muhammed b. Tâvît et-Tancî. Kahire 1951, s. 17, 20, 22.
Mahdi, Muhsin. Ibn Khaldûn’s Philosophy of History. London 1957.
Sehâvî. el-İ‘lân bi’t-Tevbîh. nşr. Fr. Rosenthal. Beyrut t.y., s. 129-130, 177, 322.
Uludağ, Süleyman. “İbn Haldûn”. DİA. 1999, XIX, 538-543.
Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/ibn-haldun
Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.
Tarihçi, filozof, siyaset ve devlet adamı.