Evreni, eşyayı ve insanı anlama çabası, düşünme.
Evreni, eşyayı ve insanı anlama çabası, düşünme.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli melekeleri akıl, idrak ve düşünmesidir. Arapça fikir kökünden gelen tefekkür kelimesi eşyanın hakikati, akıbeti hakkında derin düşünmek vb. anlamları ihtiva eder.
İnsanoğlu var olduğundan beri bir yandan nereden geldik nereye gidiyoruz sorularıyla mevcudiyetini anlamlandırmaya ve evrenin sırrını çözmeye çalıştı; diğer yandan da bilginin kaynağını ve insanın bilme kapasitesini kavrama çabasında oldu; evrene ve insana dair gerçek bilginin ne olduğunu merak etti. Bu tür soruları sistemli ve metotlu bir şekilde anlama çabasının en dikkat çeken temsilcilerine Antikçağ'da "bilgeliği seven" anlamında filozof (filasofos), filozofun uğraşısına ise "bilgelik sevgisi" anlamında felsefe (philosophia) dendi. İslam tarihinde felsefe teriminin karşılığı olarak kullanılan hikmet terimi de "bilgelik, doğruluk, düşünce, akıl, bilim, icat ve marifet" gibi mânaları içerir. Bu terim insanın gücü ölçüsünde eşyanın hakikatini kavrama ve bu bilgiye göre hareket etme anlamına da gelir ve felsefenin kaynağı akıl, dinin kaynağı ise nakil (vahiy) olduğu için naklin anlaşılması için akıl ve hikmetin de kullanılması zaruri görülür. İslam'ın ana kaynağı Kur'an'da da hikmeti, akletmeyi, düşünmeyi öven ve teşvik eden pek çok âyet bulunmaktadır. Genel olarak İslam düşünce geleneğinin iki kaynağı akıl ve nakil olarak kavramsallaştırılmıştır. Buradan hareketle hakikate ulaşmada nazar (burhan) ve keşif (müşahede) iki temel usul olarak kabul edilir. Her iki usulün de geçmişi bulunmakla beraber bunları bir arada istihdam etmek bir anlamda müslüman tefekkür tarihinin bir özelliği olarak da değerlendirilebilir.
Müslümanların yeni coğrafya ve kültürlerle karşılaşmasının bir neticesi olarak bu toplumların sahip olduğu bilgi ve birikim de merak konusu oldu. Bu yeni kültür çevrelerindeki fikirleri anlamak İslam'ın hikmetlerini ortaya koymak için VIII. yüzyıldan itibaren başta Süryânîce eserlerin Arapça'ya tercüme edilmeye başlanmasıyla İslam toplumu felsefe ile tanıştı. Bu tercüme faaliyetlerinin yürütülmesi için Abbâsî Halifesi Me'mûn tarafından 830 yılında kurulan Beytülhikme'de Süryânîce'den, Grekçe'den, Farsça'dan, Sanskritçe'den ve Nabatî dilinden Arapça'ya tercümeler yapıldı. Bu tercüme ve ilmî faaliyetler neticesinde İslam toplumunda önemli âlimler, filozoflar, kâşifler ve mucitler yetişti. İslam dünyasında kelam, tasavvuf ve felsefe olmak üzere üç temel düşünce hareketi ortaya çıktı.
Türk-İslam tarihinde teşekkül eden bu tefekkür zümrelerinden Meşşâî okulu mensupları, "muallim-i evvel" kabul edilen Aristo ve Eflâtun'un felsefî anlayışını yeni bir yaklaşımla yorumladı. Bu okulun ilk temsilcileri, ilk filozof kabul edilen Kindî (ö. 866), "muallim-i sânî" kabul edilen Fârâbî (ö. 950) ve büyük hekim İbn Sînâ (ö. 1037) idi. Bu âlimler, din ile felsefeyi uzlaştırma yolunda naklin de akla zıt olmayacağını iddia etti. Diğer bir fikrî oluşum İşrâkî okulu da büyük ölçüde fikirlerini Kur'an'a dayandırdı; ancak sezgi, ilham ve keşif yoluyla hikmet ve felsefî bilgiye ulaşılacağını ileri sürdü. Bu iki okul dışında dehrîler, aklın her şeyi çözeceğini iddia etti. Natüralistler ise sadece aklın insana yeteceğini ileri sürerek dehrîler gibi din dışı yorumlara yöneldi.
İslam coğrafyasının genişlemesi ve din dışı yorumların ortaya çıkması üzerine yeni bir okul olarak kelamcılar, akla ve nakle dayanarak dinî akideleri savunma gayretinde oldu. Kelamcıların Mûtezile kolu aklı esas aldı ve naklin de akılla çelişmemesi gerektiğini söylerken Eş'arî kolu ise nakle dair görüşleri yeni bir yoruma tâbi tutmadı. Eş'arî kolunun en bilinen temsilcisi Eş'arî (ö. 941) idi. İmam Mâtürîdî'nin (ö. 944) kurucusu olduğu Mâtürîdî okulu ise nakli anlamak adına akla daha fazla önem verdi. Bu yaklaşımlardan farklı olarak mutasavvıflar ise sezgileri, kalp temizliği ve zikri önemsedi. Zamanla çok sayıda tasavvufî yapı oluştu.
Türkler, VIII. yüzyılda İslam dini ile tanıştı ve bir süreç içerisinde İslamiyet'i kabul etti (920-960). Türk toplumuna İslamiyet'i tebliğ eden ilk halka mutasavvıfların en etkilisi ve düşünce tarihinde en büyük tesir bırakanı Ahmed Yesevî (ö. 1167) oldu. Ahmed Yesevî, meşhur Dîvân-ı Hikmet adlı eserinde ahlaka ve tasavvufa dair görüşlerini Türkçe olarak yazdı ve kendinden sonraki yüzyıllarda teşekkül eden Bektaşîlik, Mevlevîlik ve Nakşibendîlik gibi gelenekleri de şekillendirdi.
Türk düşünce dünyasını etkileyen en önemli mütefekkirlerden olan Fârâbî'nin (ö. 950) bir şehrin idaresine dair Medînetü'l-Fâzıla başlıklı eseri de bu açıdan önemlidir. Fârâbî'ye göre mutlu ve erdemli bir insan olmanın yolu felsefeden geçer; ancak felsefeyi genç, iyi mizaçlı, ahlaklı, erdemli, Kur'an'ı talim etmiş, dinî bilgileri öğrenmiş, kötülüklerden arınmış, hile ve ihanetten kaçınan, dinî emirleri yerine getiren ve âlimlere saygı duyan kişiler okumalıdır.
Meşşâî okulunun bir diğer büyük Türk temsilcisi İbn Sînâ (ö. 1037), Fârâbî gibi varlık, insan ve din konusunda aklı ve naklî bilgiyi uzlaştırdı. Aristo ve Eflâtun mantığından faydalanarak kaleme aldığı varlık felsefesi, ruh (nefis) ve tıp konularında hem Doğu hem de Batı dünyasında otorite kabul edildi.
Türk düşünce tarihi bakımından önemli bir diğer mütefekkir ise Bîrûnî'dir (ö. 1048). Bîrûnî Türkçe'nin dışında Arapça, Farsça, Süryânîce, Sanskritçe ve Yunanca öğrendi, ilmini geliştirmek üzere pek çok seyahat yaptı. Fizikî coğrafya, astronomi, tıp, matematik, takvim ve rasathane konusunda öncü çalışmaları oldu, yeni fikirler sundu. Bîrûnî toplum bilimi, varlık ve ahlak felsefesine dair özgün ve öncü fikirler de geliştirdi, çalışmaları akla, gözleme ve deneye dayanması bakımından düşünce tarihi bakımından öncü bilimsel çalışmalar olarak kabul edildi.
İslam dünyasında XI ile XII. yüzyılda pek çok düşünür ve mutasavvıf adından söz ettirdi. Sultan Alpaslan ve ünlü veziri Nizâmülmülk, Sultan Melikşah ve Sultan Sencer Sünnîliği resmî görüş olarak benimsedi ve Nizamiye medreselerinde bu yönde bir eğitim verildi. Bu devirde hilafet merkezi Bağdat'ta Eş'arî-Hanbelî, Hanbelî-Şâfiî, Sünnî-Bâtınî temsilcileri ve müntesipleri arasında ciddi bir tartışma vardı. Bu tartışmaların sürdüğü sırada Gazzâlî de (ö. 1111) felsefenin hususan dinî akidelere ters düşen görüşlerini reddetti. Bilgiyi sistematize ederek tasavvuf ile Sünnî akide arasında bağ kurdu. İbn Sînâ'nın tasavvufî tecrübeye dair görüşleri ile Gazzâlî'nin felsefe karşıtlığı görüşlerine muhalefet eden Endülüs-Emevî âlimi İbn Rüşd (ö. 1198), İslam dünyasından daha ziyade Batı dünyasına tesir etti. Yine Endülüs kaynaklı bir diğer irfan temsilcisi Muhyiddin İbnü'l-Arabî (ö. 1240) varlık görüşüyle bütün İslam dünyasını etkiledi.
Böyle bir gündemin alttan alta devam ettiği bir ortamda Türkler'in Anadolu'ya göçleri de devam etmekteydi. Ahmed Yesevî düşüncesi geleneğinden gelen Hacı Bektaş Velî (ö. 1270) insan sevgisini merkeze aldı. Ahlak, hayâ ve Ehlibeyt sevgisini vurguladı. Türk törelerini de içinde barındıran bir dinî yorum olarak Anadolu ve Balkanlar'da Türk düşüncesine ve kültür hayatına ciddi katkı sundu.
Bu devirlerin şüphesiz en önemli mütefekkirlerinden biri ise Mevlânâ Celâleddin Rûmî'dir (ö. 1273). Mevlânâ da devrin diğer mütefekkirleri gibi varlık ve ahlak felsefesine eserlerinde yer verdi. Doğuya has irfanî bir yaklaşım sergiledi.
Türk tefekkürünün kolektif vicdanı kabul edilen Yunus Emre de (ö. 1320) esas olarak varlığa, insana ve Tanrı'ya dair fikirlerini nazım yoluyla anlattı. Din, mezhep, renk, zenginlik gibi ölçütlere bakmaksızın bütün insanlara sevgi penceresinden baktı, Allah sevgisinin insanı tüm kötülüklerden koruyacağına inandı. "İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Bu nice okumaktır" dizelerinde de yine insanın had bilmesi ve erdemine vurgu yaptı.
Bu meşhur düşünürlerin dışında da pek çok ilim mahfilinde akılcı ve nakilci yorumcular arasındaki tartışma ve çekişmeler sürüp gitti. Nihayet bu tartışmalar, XVII. yüzyılda Kadızâdeliler ve Sivâsîler arasında toplumsal bir karşıtlığa kadar vardı. Üstüvânî Mehmed Efendi, dinî bir ritüel olarak tekkelerde raks ve musikinin yasaklanmasını istedi. Bu ve benzeri yaklaşımların bir neticesi olarak da yeni yorum ve düşünce sınırlandırıldı. Kâtip Çelebi Mîzânü'l-Hak adlı eserinde bu konuları hassas bir terazi mantığı ile tarttı ve yorumladı. XVIII. yüzyılda Erzurumlu İbrahim Hakkı da (ö. 1780) Mârifetnâme adlı eserinde evrene ve insana dair dinî yorumlarına halk söylencelerini de ilave etti. Mârifetnâme esasen okunurluğu ve yaygınlığı itibariyle Mîzânü'l-Hak gibi Türk toplumunun geleneksel düşünce pratiğini görmek bakımından fevkalade önemli bir kaynaktır. Felsefe gibi mantık kavramı ve içeriğine dair de lehte ve aleyhte tartışmalar sürüp gitmiştir. Osmanlı medreselerinde felsefe yerine hikmet, doğru düşünmenin yöntemi olarak mantık okutulmuştur. Îsâgûcî gibi farklı isimlerle anılan mantık kitapları ile daha ziyade kavram mantığı olan tasavvurat ile (temel ilkeler, kavramlar) hüküm mantığı olan tasdikat (önerme, kıyas, burhan) kavramları tercih edilerek ilgili konular okutulmuştur.
Öte yandan Avrupa'da Hıristiyanlığın yayılması ve resmî bir din olarak kabulüyle kilise azizlerinin öncülüğünde tamamen dinî bir retorik olan tek tanrı inancına dayalı hıristiyan felsefesi doğdu. Hıristiyan azizleri tanrı, insan, ruh, can ve ölüm gibi konular üzerinden mensubu bulundukları dini anlama ve anlatma çabasında oldular. Batı, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve diğer müslüman âlimler üzerinden İslam ve Aristo felsefesiyle tanıştı. Dolayısıyla Batı hem İlkçağ felsefesinin kaynaklarını hem de çözüme kavuşturulmuş problemlerini İslam dünyasından tercüme yoluyla öğrendi.
Kilise felsefesi olan skolastik felsefe, okul felsefesi demekti ve kilisede okutulan felsefeyi ifade ederdi. Bu felsefenin amacı da Hıristiyanlığı anlama ve anlatmada vasıta olarak kullanılması idi. XV ile XVI. yüzyılda rönesans ve reform felsefesi, merkeze insanı ve aklı alarak Antikçağ ve Ortaçağ felsefe kaynaklarını yeni baştan inceledi ve yeni bir din, hukuk ve devlet anlayışı ortaya çıkardı. Dolayısıyla evreni ve insanı anlama çabasında akıl, deney ve gözlem yöntemini kullanma yaklaşımının bir ürünü olarak Katolik kilisesine karşı başlatılan reform hareketi ile kilisenin karşı reform hareketi ve ortaya çıkan yeni kilise ve mezhepler Avrupa'da dine yaklaşımı da büyük oranda yeni bir yoruma tâbi tuttu.
Nihayet XIX ve XX. yüzyılda Osmanlı Türk aydınları, Batı tarzı bir yenileşmeye yöneldiğinde bir yandan Batı felsefesine dair eserleri dilimize aktarırken diğer yandan da Batı etkisinde yeni kitaplar telif etti. Cumhuriyet devrinde de bir medeniyet tercihi olarak doğrudan Batılı değerlere yönelindi ve Batı felsefesine dair hem üniversitelerde bölümler açıldı hem de telif ve tercüme faaliyetleri sürdürüldü.
Açıkgenç, Alpaslan. İslâm Medeniyetinde Bilgi ve Bilim. İstanbul 2008.
Çubukçu, İbrahim Agâh. Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri. Ankara 1991.
Duralı. Şaban Teoman. “Ödev Esaslı Ahlâk: Başkaldıran İnsan”. Kutadgubilig. sy. 1 (2002), s. 29-70.
a.mlf. Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken: Türklerin Düşünce Tarihi ve Felsefe-Bilim. Kutadgubilig. sy. 1 (2002) İlavesi, s. 5-36.
Hodgson, M. G. S. İslâm’ın Serüveni. I-II, İstanbul 1995.
Karaarslan, Nasuhi Ünal (çev.). XVIII. Asrın Ortalarına Kadar Türkiye’de İlim ve İlmiyeye Dair Bir Eser: Kevâkib-i Seb‘a Risâlesi. Ankara 2015.
Kutluer, İlhan. “Düşünme”. DİA. 1994, X, 53-57.
Uludağ, Süleyman. “Akıl (Tasavvuf)”. DİA. 1989, II, 246-247.
Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/tefekkur
Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.