A

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ(1207-1273)

Mutasavvıf, düşünür.

  • MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ
    • Hülya KÜÇÜK
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 19.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/mevlana-celaleddin-rumi
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ
MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ (1207-1273)

Mutasavvıf, düşünür.

  • MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ
    • Hülya KÜÇÜK
    • Web Sitesi: Türk Maarif Ansiklopedisi
    • Son Güncellenme Tarihi: 18.12.2022
    • Erişim Tarihi: 19.09.2025
    • Web Adresi: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/mevlana-celaleddin-rumi
    • ISBN ve DOI Numarası:
    • Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.
    MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ

Mevlânâ Celâleddin Rûmî sadece Türk tarihinin değil umumi olarak tasavvuf tarihinin, Doğu'nun ve Batı'nın en bilinen ve en etkin sufi bilgelerinden (hakîm) biridir. Günümüzde Afganistan'da bir şehir olan Belh'te doğduğu kabul edilir.

Mevlânâ'nın babası Sultânülulemâ veya Bahâeddin Veled unvanlarıyla bilinen Muhammed Hatîbî, annesi Mümine Hatun'dur. Mesnevî şerhlerinde, "Hazreti Pîr" ve "Hudâvendigâr" (hükümdar) olarak anılan Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin, "Mevlânâ" lakabı, o dönemde halk tarafından âlimlere verilen bir unvandı. "Rûmî" denmesini ise hayatının çocukluk çağı dışındaki bölümünü Diyârırum diye bilinen Anadolu'da geçirmesinden dolayıdır. Bir rubâîsinde "Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk'tür" (Rubailer, nr. 1) demiştir.

Erken dönem Mevlevîliği hakkında en mevsuk bilgileri veren oğlu Sultan Veled'in İbtidânâme'sine göre, baba Bahâeddin Veled, Hârizmşahlar hükümdarı (Alâeddin Muhammed) ve Belh halkından gönlü incindiği için, tahminen 1221'de Belh'ten ayrıldı. Göç kervanı içinde aile fertleri ve birçok akrabası yanında öğrencileri de vardı.

Göç kafilesi, asıl hedefleri olan Anadolu'ya varmadan önce hac farizasını yerine getirmek için Nîşâbur ve Bağdat üzerinden Mekke'ye gitti. Nîşâbur'da, İranlı ünlü şair-mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'la (ö. 1221) karşılaştıkları ve Attâr'ın küçük Celâleddin'e Esrarnâme adlı eserini hediye ettiği söylenir. Mevlânâ daha sonraki irşat hayatında müritlerine -Attâr'ın bir takipçisi olduğu- İran edebiyatının büyük bir şairi Hakîm Senâî'nin (ö. 1131) İlâhînâme'siyle (veyâ Hadîka'sı) Ferîdüddin Attâr'ın Mantıku't-Tayr ve Musîbetnâme'sini okutmuştur. Çocuk yaştayken önemli bir şahsiyetten alınan bir kitap hediyesinin, insanı hayatı boyunca etkileyeceğini göstermesi bakımından bu olay bir örnektir.

Bahâeddin Veled, Mekke'den Anadolu'ya dönerken Akşehir'de dört yıl kaldı. Sonra Lârende'ye (bugünkü Karaman) geçti ve orada Emîr Mûsâ'nın kendisi için inşa ettirdiği özel bir medreseye yerleşti. Oğlu Celâleddin (Mevlânâ), burada Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ'nın kızı Gevher Hatun'la evlendi ve bu evlilikten 1226 yılında Bahâeddin Muhammed (Sultan Veled) ve ondan bir yıl sonra Alâeddin Muhammed dünyaya geldi. Bir yıl sonra da Gevher Hatun vefat etti. Mevlânâ daha sonra "Kirâ Hatun" adında bir hanımla yaptığı ikinci evliliğinden Muzafferüddin Emîr Âlim ve Melike Hatun adlı çocukları dünyaya geldi. Bahâeddin Veled ve ailesi Lârende'de yedi yıl kadar kaldıktan sonra Konya'ya gitti (1229) ve kendisi üç yıl sonra orada vefat etti (1231).

Celâleddin'in babası Bahâeddin Veled, Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî (ö. 1241), Şems-i Tebrîzî (kayboluşu: ö. 1247), Selâhaddîn-i Zerkûb (ö. 1259), Çelebi Hüsâmeddin İbn Ahî Türk (ö. 1284), oğlu Sultan Veled'le (ö. 1312) Halep ve Şam'da karşılaştığı ve kendilerinden faydalandığı âlimler ve sufiler yanında, başka üstat ve rehberleri de vardı. Bu bağlamda, özellikle Ahmed Gazzâlî ile (ö. 1126) yukarıda adı geçen Hakîm Senâî ve Ferîdüddin Attâr zikredilebilir.

Mevlânâ'nın yakın çevresi dendiğinde akla ilk gelen isimler ise oğlu Sultan Veled ve Şems-i Tebrîzî'dir. Önce Şam'da, daha sonra Konya'da olan karşılaşmaları, birliktelik ve halvetleriyle gezgin derviş Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'yı "kâmil bir mürşitlik"ten "coşkun bir sufi"ye çevirmesiyle bilinir. Ancak Mevlânâ'ya olan bağlılık ve sevgileri müritlerini aşırılığa sürüklemiş, mürşitlerinin bütün vaktini Şems ile geçirmesi karşısındaki tutumları Şems'i Konya'dan ayrılmaya mecbur bırakmıştır. Birinci ayrılışında geri gelmeye ikna edilen Şems, ikinci gelişinde de aynı durumla karşılaşmış ve ortadan "kaybolmuş" veya öldürülmüştür (1247).

Mevlânâ, bundan sonra ümmî bir kuyumcu olan Selâhaddîn-i Zerkûb on yıl kadar hemdem edindi. Bu da Şems'le ilişkilerinde olduğu gibi bazı rahatsızlıklara yol açtı. Selâhaddîn-i Zerkûb vefat ettiği zaman (1258), Mevlânâ'nın müritlerinden Çelebi Hüsâmeddin yeni aynası oldu. Mevlânâ'nın bir şiirinde de dediği gibi, "Şarap aynı şaraptır; sadece küpü değişti" (Dîvân-ı Kebîr, 1385, I: 639. gazel).

Mevlânâ 17 Aralık 1273 Pazar günü, bütün ömrü boyunca sabırsızlıkla beklediğini belirttiği Hakk'a kavuştu. Bu geceye "şeb-i arûs" (gelin/düğün gecesi) denmesinin sebebi budur.

Mevlânâ'nın eserleri denince akla ilk önce, kendisiyle adını duyurduğu Mesnevî-yi Ma'nevî'si gelir. Bunun dışında ona aidiyeti kesin olan Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb'a ve Mektûbât adlı eserleri vardır. Bunlar, bazan bir talebesi veya dostu, bazan da hepsi için yazılmıştır. Aşknâme ve Tıraşnâme gibi eserler ise kendisine yanlış olarak isnat edilmiştir.

Yaklaşık 25.632 beyit olan altı ciltlik Mesnevî-yi Ma'nevî'si, Çelebi Hüsâmeddin'in arzusu üzerine (Mesnevî, V: 1. beyit); onun anlayış seviyesine göre yazılmıştır (Mesnevî, III: 2839. beyit). Mesnevî'nin bir adının da Hüsâmnâme olmasının sebebi bu olsa gerektir. Yazıldığı edebî türün adı olan "mesnevi" eserin özel adı haline gelmiştir. Eserin didaktik yönü ön plandadır; çünkü gayesi şiir ve edebiyat değil, insanları hikâyeler, temsiller ve öğütler aracılığıyla eğitmektir. Daha ilk beyitlerde, "Ey dostlar, bu hikâyeyi dinleyin! Bizim halimizin tenkidinin hakikatidir bu…" (Mesnevî, I: 35. beyit) denmesinden de anlaşılacağı üzere, bunlar "hayatın gerçekleri" denebilecek hikâyelerdir. Bu sebeple eğiticilik yönleri güçlüdür. Eseri okumaya başlayanlar hikâye içinde hikâye, konu içinde konu işlenmiş şiirlerde, Mevlânâ'nın bunları söylerken içinde bulunduğu coşkuyu hemen hissederler.

Mevlânâ, bu hikâyeleri ibret alınması ve ders çıkarılması için serdetmiş, çoğu durumda bu ibretin ne olduğunu kendisi açıklamış veya asıl maksadın anlaşılamayacak kadar kapalı olduğunu vurgulamıştır. Mesela "Ey can! O hikâye, Allah'ın hükmüne razı olasın diye sana ibrettir. İbret al da kötü bir işe düşünce aklını başına topla, ümitsizliğe düşme, hüsnüzanda bulun!" (Mesnevî, III: 3255. beyit) derken ibreti kendisi açıklamış, ama "Söylenenler, hikâyenin suretinden ibarettir. Sureti anlayabileceklerin anlayışına, onların tasavvur aynalarına göre söylenmiştir. Bu hikâyenin hakikatindeki mukaddesliğine iner de söylemeye çalışırsam, utancımdan baş da kaybolur, sakal da kalem de… Akıllı olana, bir işaret yeter" (Mesnevî, V: 1891-1915'in sürhü/başlığı) derken hikâyenin, aklı olanlara hitap ettiği ve ancak onların dersler çıkarabileceği bilgiler olduğu vurgulanmıştır. Ona göre, hadiste de vurgulandığı üzere, "İnsanlara akılları miktarınca söz söylemek gerekir" (Mesnevî, IV: 2577-2584. beyitlerin sürhü). İnsan âlim de olsa, cahilliği ile ünlü Mudar kabilesinin içine düşmüşse, onu hiç anlamayacakları için acınacak haldedir (Mesnevî, V: 824. beyit).

Mevlânâ, misal ve taklitle bilmenin, bir şeyi hakikati üzere bilmek gibi olamayacağını belirtse de (Mesnevî, III: 3635-3657), sıklıkla temsillere başvurur. Çünkü halkın bilmediği şeyleri ona izah etmenin başka yolu yoktur. Halk, sadece şeker ve helvadan anlayan çocuk gibidir (Mesnevî, III: 3637-3638. beyitler). Mesnevî'deki temsiller ve güzel sözler, insanın kalbine işleyecek, unutulamayacak ve böylece asırlar boyu okunup dersler alınmasını kolaylaştıracak niteliktedir. Mesela "Gökler kadar bir ağız isterim ki meleklerin bile kıskandığı zatın vasfını söyleyeyim" (Mesnevî, V: 1884. beyit) sözleri buna bir örnektir.

Mevlânâ'nın Dîvân-ı Kebîr'inin ilham kaynağı Şems-i Tebrîzî'dir. Bu sebeple eserin bir adı da Dîvân-ı Şems'tir. Şems'in 1247 yılındaki ikinci defa kayboluşundan sonra Mevlânâ, büyük üzüntü içinde evinin bahçesinde dolaşmaya, gazeller söylemeye başlamış ve bunlar etrafındaki kişilerce yazılmıştır. "Mustafa'nın elbisesinin ucu elime değdi de cehennemin ta dibinde olanı tuttum cennete soktum" (Dîvân-ı Kebîr, III: 4442. beyit) gibi beyitlerinde de Allah'ı anlatan Hz. Muhammed sevgisi açıktır.

Mevlânâ'nın Fîhi Mâ Fîh ve Mecâlis-i Seb'a'sı bütün müritleri; Mektûbât'ı ise oğlu Sultan Veled ve gelini Fâtıma Hatun'dan kendisinden yardım isteyen tekke sahibi bir kadına kadar dostlarına gönderdiği 147 mektuptan oluşur.

Risâle-i Sipehsâlâr'da, "Dostlar bıkmasınlar diye şiir söylüyorum ki onunla meşgul olsunlar" der (Sipehsâlâr, 1325: 69). "Bizden sonra gelenler için söyler ve bırakırım. Çünkü ömrümüz sonraya kalıcı değildir" (a.g.e.: 6) diyerek de ölümden sonra konuşuyor olabilmek için yazmak gerektiğini ifade eder.

Ona göre bilginin iki kanadı vardır (Mesnevî, III: 1510. beyit). Yazmak, ölümden sonra konuşmak ve dostlar edinmeye devam etmektir. Onun Mesnevî'si hakkında, "Bizden sonra Mesnevî rehberlik eder" (Eflâkî, 1976: I, 409) demesi de bunun içindir.

Mevlânâ insanları Hakk'a çağırmak ve eğitmek için halkın ilgi duyduğu şiir, hikâye ve semayı kullandı. Mesnevî'de her tür insana hitap edebilecek hikâyelerin bulunması da bundan dolayıdır. Pespaye bir insan tipini anlatan "halayık hikâyesi" de ilginç bir ilim adamı tipini konu edinen "nahivci hikâyesi" de bunlardandır.

Mevlânâ'nın yüzü seçkinlerden ziyade halka yöneliktir. Ama halkın yüzü, bir eğlence yıldızı olan zühreye dönüktür. İnsanların Allah'ı kaybettikleri halde aramadıklarını düşünmekte ve buna hayret etmektedir: "Ne kadar tuhaf! Âlemin tamamı Allah'ı kaybetmişler ama O'nu ne arıyorlar ne talep ediyorlar ne de göğüslerini ve bağırlarını dövüyorlar" (Eflâkî, 1976: I, 111). Bu sebeple Mevlânâ, onların sevdiği şiir ve semayı kullanmış ve onların dikkatini ilahî gerçeklere çekmeyi gaye edinmiştir (a.g.e.: I, 207-208).

Sufilerin vecde gelmelerine yardım eden semanın en etkili icrası XV. yüzyıldan sonra bugünkü halini almış olan Mevlevî âyinidir. Bu âyin ve bölümleriyle ilgili birçok yorum yapılmışsa da o, gerçekte Mevlânâ'nın yaptığı gibi, karşılaştığı ilahî bilgiler ve sevindirici haberlerden kalbine dolan enerjiyi boşaltmak için dönme, zıplama, secde etme gibi coşkusunu ve vecdini ifade etmeden ibarettir. Âyinin bugünkü şekline girmesinde en büyük pay Sultan Veled'in torunu Emîr Âlim Çelebi'nin oğlu olan Pîr Âdil Çelebi'ye (ö. 1460) aittir.

Mevlânâ hiçbir kayıt tanımadan şekilcilikten uzak bir tasavvufî hayat sürmüştü. Ona nispet edilen tek merasim olarak kendisine intisap edenleri saç, bıyık, sakal ve kaşlardan makasla birkaç kıl keserek tıraş etmesi nakledilir. Mevlânâ zamanında, Emîr Tâceddin Mu'tez Horasânî, medresenin yanına birkaç oda, yani bir "âşıklar evi" yapmak istemiş, ancak Mevlânâ "Âd ve Semûd kavimleri gibi binalar yaptırmak istemediğini" söyleyince, onu ikna eden oğlu Sultan Veled olmuştur (Eflâkî, 1976: I, 242).

Tasavvuf eğitiminde insanın, ruhunun derinliklerinde nakşedilmiş olan Allah'ı bütün idrakiyle anlamak için O'na doğru yaptığı yolculuğun adı, "seyrüsülûk"tür. Mevlânâ eğitimi, "kem olanı kâmil yapmak" olarak görmüş ve eğiteceği insanlarda üstün vasıflar gibi bir nitelik aramıştır. "Niçin mânasız ve kötü insanları müritliğe kabul ediyorsun?" diye soranlara Mevlânâ şöyle cevap verirdi: "Onlar üstün/iyi olsalardı ben onların müridi/öğrencisi olurdum" (a.g.e.: I, 129).

Mevlânâ, kendisine teslim edilen kişileri, "Hakk'ı aramaya olan şevkleri"nden dolayı "zaten Hakk'ı bulmuş" olarak görürdü. Ateşperestlikten alıp gerçek muvahhit yaptıkları da vardı. Bu şekilde Allah'ı bulanlardan biri olan Siryânus, Mevlânâ'nın, "Nefsini tanıyan rabbini [de] tanır" sözü gereği, kendine kendini tanıtarak Allah'ı tanımasını sağladığını söyleyip ona minnetlerini dile getirmiştir.

Mevlânâ'nın bütün insanları kucaklayan bir gönül olduğu; fakat farklı inançlara karşı müsamahasının, onun İslam'a bağlılığını etkilemediği özellikle belirtilmelidir.

Sultan Veled'in ortaya koyduğu çerçeve dahilinde şekillenen ilk dönem Mevlevîliği, daha sonraları özellikle XV. asırdan sonra ağırlığı sanat, edebiyat ve mutfakta geçen 1001 günlük ağır bir eğitime (çile) vererek farklı bir yönde gelişmiştir. Mevlânâ her devirde, "muallim-i heme âlem" (bütün âlemin muallimi) olarak yaşamıştır.

Kaynakça

Eflâkî, Ahmed. Menâkıbü’l-Ârifîn. nşr. T. Yazıcı. Ankara 1976, I, 111, 129, 207-208, 224, 242, 285, 312, 409, 553.

a.mlf. Âriflerin Menkıbeleri. çev. T. Yazıcı. İstanbul 1973, I, 144, 153, 193, 202, 208, 270-271, 375-376.

Kuşeyrî, Abdülkerim. er-Risâle. nşr. M. Zurayk – A. A. Baltacî. Beyrut 1413/1993, s. 339-340.

Küçük, Hülya. Hz. Şems’ten Hz. Mevlânâ’ya Hz. İbnü’l-Arabi’den Kadın Velilere Uzatılmış Yol. İstanbul 2016, s. 64-83.

a.mlf. “Mevlânâ’nın Üstadları, Hemdemleri ve Yakın Çevresindekiler”. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî ve Hakk’a Daveti. ed. M. Kara – H. Küçük. Konya 2021, s. 43-53.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. Mesnevî-yi Ma‘nevî. ed. R. A. Nicholson. Tahran 1925-1933.

a.mlf. Mesnevî. çev. V. İzbudak, gözden geçiren: A. Gölpınarlı. Konya 2016.

a.mlf. Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr. haz. B. Fürûzanfer. Tahran 1336-1345 hş./1957-1966.

a.mlf. Dîvân-ı Kebîr. çev. A. Gölpınarlı. İstanbul 2015.

a.mlf. Rubailer. çev. H. Â. Yücel. İstanbul 2018.

Öngören, Reşat. “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”. DİA. 2004, XXIX, 441-448.

Sipehsâlâr, Ferîdûn b. Ahmed. Risâle-i Sipehsâlâr. nşr. S. Nefîsî. Tahran 1325.

a.mlf. Mevlânâ ve Etrafındakiler: Risâle. çev. T. Yazıcı. İstanbul 1977, s. 13-15, 74.

Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/mevlana-celaleddin-rumi

Görüş, öneri ve yorumlarınız için tıklayınız.

Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RÛMÎ (1207-1273)

Mutasavvıf, düşünür.