Tasavvufî eğitimin yapıldığı mekân.
Tasavvufî eğitimin yapıldığı mekân.
Farsça bir kelime olan dergâhın sözlük anlamı "kapı yeri, kapı eşiği" demektir. Kültür ve eğitim tarihimizle ilgili kaynaklarda dergâh ile eş anlamlı olarak tekke, zaviye, hankah başta olmak üzere ribat, asitane, tevhithane, pîrevi, harabat, buk'a, düveyre, savmaa gibi kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimeler arasında en çok bilinenlerden biri olan tekke de Arapça "oturmak, yaslanmak, dayanmak" anlamına gelir ve orijinal telaffuzu tekyedir.
Yine dergâh ile eş anlamlı olarak kullanılan âsitâne de "kapı eşiği, kapı dibi" gibi anlamlara gelen âstân kelimesinden türemiştir.
İlk müstakil dergâhın nerede ve ne zaman kurulduğu hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Abdullah-ı Herevî'nin Tabakâtü's-Sûfiyye ve Molla Câmî'nin Nefehâtü'l-Üns isimli eserine göre ilk tekke VIII. yüzyılda Filistin'in Remle beldesinde inşa edilmiştir. Harranlı İbn Teymiye'ye göre ilk tekke aynı yüzyılda Basra'nın Abadan bölgesinde yapılmıştır.
İslam dünyası bir taraftan Bağdat'tan Buhara'ya diğer taraftan Kahire'den Kurtuba'ya doğru büyürken ilmî, fikrî, siyasî, askerî yapılanmasını da ihtiyaçlara göre geliştirmiştir. Medrese tefsirden felsefeye kadar bütün ilimlere kucağını açarken dergâh daha çok toplumun dinî, ahlakî konularda derinlik kazanmasına, irfanî değerlerle örülmüş bir hayata yönelik esaslar üzerinde durmuştur.
İlk dergâhlar basit bir oda, küçük bir mekândan ibaret iken zamanla çok farklı birimleri içine alan, bazan müstahkem kale görünümü arzeden yapılara kadar değişik mimari özellikler ve bölümler taşıyan tekkeler de yapılmıştır. Bunların dış görünüş ve mimarileri farklı olduğu gibi değişik zaman ve coğrafyalarda aldıkları isimler de farklıdır. Bu kelimeler genellikle birbirinin yerine kullanılmıştır. Bazan tarikatın merkez tekkesi için asitane terimi tercih edilirken bazan da Mevlevîlik'te olduğu gibi büyük mevlevihanelere asitane, küçüklerine ise zaviye adı verilmiştir. Kadirîhane, Gülşenîhane, Mevlevîhane gibi bağlı bulunduğu tarikattan isim alan tasavvufî eğitim kurumları da vardır. Örneği az olmakla beraber 1215'te Nusretüddin Hasan'ın Elbistan'da yaptırdığı ribat ise birden çok tarikata ait zaviyeyi içinde barındırabilecek kadar büyük bir alanda inşa edilmiştir.
Büyük şehirler ve kervan yolları üzerinde kurulan dergâhlar tasavvufî eğitimin yanında han, imaret ve kervansarayların gördüğü sosyal hizmeti de yürütmüştür. Bu kurumlar bir taraftan sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı güçlendirirken, diğer taraftan yöneticilerle olan ilişkilerini de kuvvetlendirmiştir.
Tasavvufî eserler tekkelerin manevi atmosferi ve iç düzeni hakkında bilgi verirken mahkeme sicilleri, vakfiyeler, tarihler, özellikle yerli ve yabancı kişilerce kaleme alınan seyahatnameler bu kurumların fizikî ve malî yapıları hakkında eğitim tarihine aydınlatıcı bilgiler aktarmışlardır.
Dergâhların tarihi, adap ve erkânı açısından en eski ve en önemli eser Ebû Saîd-i Ebü'l Hayr'in (ö. 1049) menkıbelerini ihtiva eden ve torunları tarafından kaleme alınan Esrârü't-Tevhîd'dir. Şehâbeddin Sühreverdî'nin (ö. 1236) Avârifü'l-Maârif isimli eseri de konu ile ilgili bilgiler verir. Tarikatların oluşmaya başladığı yıllardaki tekkeler hakkında bilgi veren iki seyahatname İbn Cübeyr'in (ö. 1217) ve İbn Battûta'nın (ö. 1368) Rihle isimli eserleridir. Osmanlı dönemi için en mühim kaynaklardan biri Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme'sidir.
Eserlerde verilen bilgilerden hareketle zengin vakıfların imkânlarıyla, ziraat ve hayvancılığa elverişli geniş araziler üzerinde kurulu olan tekkelerde bulunan bölümler; bağ, bahçe, sofa, odalar, mescit, hamam, abdesthane, mutfak, ambar, kütüphane, misafirhane, ahır şeklinde sıralanabilir.
Dergâh vakfiyelerinde yer alan kapıcı, aşçı, değirmenci, bulaşıkçı, kilerci, ambarcı, kayyım, helvacı, ferraş, çerâgî, şeyh, kâtip, imam, müezzin, zâkir, virdhan, hatimhan, aşırhan, kelime-yi tevhithan gibi meslek isimleri ise bu mekânlarda verilen çeşitli hizmetlere ışık tutmaktadır.
Şehâbeddin Sühreverdî eserinin on üç ve on beşinci bölümlerini ribatlara/tekkelere/dergâhlara ayırmış ve bu kurumu Nûr sûresinin 36. âyetinde geçen "ev" kelimesiyle irtibatlandırmıştır: "İçlerinde sabah akşam onun adı anıldığı için Allah'ın yükseltilmelerine izin verdiği evlerde onun ululuğunu ve yüceliğini sürekli dile getiren nice yiğitler vardır ki onları ne ticaret ne başka bir kazanç kapısı Allah'ı anmaktan, namazı hakkını vererek eda etmekten ve arınmak için vermesi gerekeni vermekten alıkoyabilir…" Sühreverdî, Tevbe sûresinin 108. âyetinde geçen mescit ile ribat ve tekkeler arasında da ilişki kurmuştur: "… İlk günden beri Allah kaygısı üzerine inşa edilmiş olan bir mescit daha var. İbadete durmana en layık olan da burasıdır. Burası arınıp tertemiz olmak için can atan adamların yeridir…".
Dergâhların büyük kısmı şeyh ve müritler tarafından veya padişah ve üst yöneticilerin sağladığı imkânlarla yaptırılmıştır. Maddi imkânları yeterli olmayan birçok dergâh, tarih sahnesinden çekilirken tekkenin başında bulunan şeyhin şöhreti bazan küçük tekkelerin parlak bir dönem yaşamasına etken olmuştur. Devlet yöneticilerinin tasavvufî hayata ve eğitime bakış tarzı bu kurumların sayısına doğrudan tesir ettiği gibi deprem, yangın gibi tabii afetlerle ortadan kalkan dergâhlar da vardır. Tarikatlar müstakil bir kurum olarak tarih sahnesine çıkmadan, bir başka ifade ile Selçuklular döneminden önce kurulan tekkelerin mensup olduğu tarikat söz konusu değildir. Fakat XIII. yüzyıldan sonra tekkeler belli bir tarikatın faaliyet merkezi olarak kurulmuş ve yaygınlaşmıştır. Tarikatlar döneminde tarikatın kurucusu kabul edilen pîrin türbesinin bulunduğu dergâh genellikle tarikatın merkez kurumu kabul edilmiş, diğer kuruluşlar buradan yönetilmiştir.
Dergâhın yöneticisi bazan şeyh bazan postnişin olarak isimlendirilmiştir. Ancak değişik alanlarda hizmet veren tekkelerde şeyhin yükünü hafifleten yardımcıları her zaman olagelmiştir. Yönetim esaslarını şeyhin tavrı, tasavvufî eğitimin gelenekleri belirlediği gibi vakıf geleneğinin yaygınlaşmasıyla birlikte vakfiye metinleri de temel bir unsur olarak devreye girmiştir. Saltanat usulüyle yönetilen devletlerde kaleme alınan vakfiyelerde tekke şeyhliği de genellikle babadan oğula intikal eden bir meslek olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Yetkin ve yeterli şehzadeler için bu iyi bir yol olurken, yeterli olmayanların çıkardığı problemler tasavvufî hayatın seviye kaybetmesinde önemli bir sebep olmuştur. Tanzimat'tan sonra "evlâdiye usûl-i sakîmi" diye literatüre geçen bu konu "post kavgası" ifadesiyle de yakından ilgilidir. Devlet yöneticileri genellikle tekke şeyhi atamalarına karışmamıştır. Gerekli gördüğü zaman ise tereddüt etmeden müdahale etmiş ve istediği şahsı atamıştır. Osmanlı dönemi için bunun en sert örneği 1826 yılında yeniçerilikle birlikte yasaklanan Bektaşî tarikatına ait tekkelere yaptığı müdahalede görülmüş, Bektaşî tekkelerinin hepsine Nakşî şeyhler atanmıştır.
Tarikatların oluşması ve XIV. yüzyıldan sonra yaygınlaşması sebebiyle toplum üzerindeki manevi hakimiyetini kuvvetlendiren tekkeler birçok hizmeti de kendi çatısı altında yürütmüştür. Bazan da farklı alanlara hizmet veren kurumlar bu ismi kullanmıştır. Mesela cüzzamlıların tecrithanesi, miskinler tekkesi; atıcıların talimgâhı, atıcılar tekkesi; esnafın sohbet evi, ahî zaviyesi; nihayet yeniçeri ordusu, tarikatla olan gönül bağı sebebiyle Ocâğ-ı Bektâşiyân olarak isimlendirilmiştir.
Ayırım yapmadan herkese açık olan dergâhlar, bazan çok uzak diyarlardan gelen hemşehrilerine de hizmet vermekten geri durmamıştır. XIV. yüzyılda muhtelif şehirlerde faaliyette bulunan Özbekler tekkesi, Buhara zaviyesi, Hindîler kalenderhanesi gibi mekânlar bu uluslararası hizmetin dikkat çekici örnekleridir.
Dergâhlar daha çok kurucu şahsiyetlerin istediği yerde inşa edilmiştir. Bununla beraber iskân politikalarına uygun olarak devletin istediği yerlerde kurulan tekkeler de vardır. Böyle bir görevle kurulanlar, gönül eğitimi ve huzuru kadar iç emniyet, ticaret ve seyahat güvenliği gibi konularda da toplum hizmeti vermişlerdir. Anadolu ve Balkanlar'da var olan Erenköy, Veliköy, Tekkeköy, Dedeköy, Tekkekızıllar, Tekkeyenicesi, Tekkekaya gibi yüzlerce köy ismi bu beldelerin dervişler tarafından kurulduğuna işaret etmektedir. Konya Seydişehir'de olduğu gibi bir şehri kurmak için çok uzak diyarlardan görevlendirilen Seyyid Hârun gibi mürşitler de vardır.
Çok sakin yerlerde derin bir tevekkül ve teslimiyetle manevi cihat, tezkiye, ahlakî arınma ve ruh eğitimi ile birlikte gönül yolculuğuna çıkanlara destek veren tekkeler olduğu gibi gerektiğinde fütuhat ve cihat için ordunun ön saflarında yürüyen dervişler, mücahitleri teşvik eden, mutasavvıflar da vardır. Fakat onların en önemli hizmeti halkın gönlünü kazanmalarıdır.
Tasavvufî hayatın ve eğitimin gereklerine göre mimarisini geliştiren dergâhlar bazan medrese görevi de görmüştür. Bazı vakfiyelerde tekke şeyhinin aynı zamanda müderris olmasının şart koşulması bunun açık belgesidir. Söz konusu durum, tekke-medrese, zâhir-bâtın, derviş-molla tartışmalarının da makul bir seviyede seyretmesine tesir etmiştir. Medreseler dinî hayatın daha çok bilgi boyutunu takviye ederken tasavvufî mekânlar duygu yönünü güçlendirmiş, özellikle şiir ve musikinin yardımıyla ruha coşku veren zikir meclisleri dergâhlarda farklı bir atmosferin yakalanmasına vesile olmuştur. Bu derin ve deruni haller, insanlar arasındaki ilişkilerde kin ve nefreti değil aşk ve muhabbeti hedeflemiştir.
Dergâhların, diğer ilim dallarına mensup mühim şahsiyetlere kucak açtığı bilinmektedir. Fakat şiir ve musiki başta olmak üzere güzel sanatlar alanında tekkeler eğitim öğretim tarihimizde çok önemli rol oynamıştır. Şiir ve musikinin en büyük ustalarının bu kurumlarda yetişmesinin sebeplerinden biri de zikir meclisleri ve bu meclislerde okunan ilahilerdir. Tasavvufî eğitim tarihine bakıldığında mutasavvıfların genellikle hem sohbet ettikleri hem de eser kaleme aldıkları görülmektedir. Bazı sufiler ise kitap yazmamış sadece sohbet yoluyla insan yetiştirmiştir. XV. asırda yaşayan Abdüllatif Kudsî gibi -tasavvufî eğitim değil- genel eğitim ilkeleri üzerine eser veren dervişler de vardır. Onun Şifaü'l-Müteellim isimli eseri öğrenci-öğretmen ilişkileri üzerinedir.
İlim, kültür ve eğitim tarihimizi yakından ilgilendiren diğer bir konu da dergâh kütüphaneleridir. Hiçbir ayırım yapmadan çok değişik bilim dallarıyla ilgili eserleri bir araya toplayan bu kütüphanelerin ihtiva ettiği kitapların bir kısmı bugün İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Bursa Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi başta olmak üzere farklı şehirlerde hizmet vermeye devam etmektedirler.
Dergâhlar sadece belli kitapları bir araya getirmemiş birçok kitabın da mürşitlerin veya yetenekli şahsiyetlerin rehberliğinde okunmasına, tercüme veya şerhedilmesine zemin hazırlamıştır. Vakfiye ve diğer arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre müritlerin günlük dua ve evrad kitaplarından başka Mevlânâ'nın Mesnevî'si, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Fusûsü'l-Hikem'i, İbn Atâullah İskenderî'nin Hikem'i, Ebû Tâlib Mekkî'nin Kûtü'l-Kulûb'u, Gazzâlî'nin İhyâ'sı, Molla Câmî'nin Nefehâtü'l-Üns'ü, İmam Rabbânî'nin Mektûbât'ı başta olmak üzere Arapça, Farsça birçok kitap yetkin bir kişinin rehberliğinde okunmuş ve şerhedilmiştir. Sadece Mesnevî'yi okumak ve şerhetmek için XIX. yüzyılda İstanbul'da, mevlevihanelerin dışında dârülmesnevi adıyla ayrı bir kurumun kurulduğu da bilinmektedir.
Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-yi Mısrî, Aziz Mahmud Hüdâyî, İsmâil Hakkı Bursevî, Şeyh Galib, Osman Şems Efendi divanları, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i başta olmak üzere Müzekki'n-Nüfûs, Muhammediye, Envârü'l-Âşıkîn, Ferahu'r-Rûh, Mârifetnâme, Minhâcü'l-Fukarâ gibi birçok Türkçe eser de bu çatılar altında okunmuş, okutulmuş, şerh ve istinsah edilmiştir. Böylece tekke İslam medeniyetinin üç temel dilinin eğitim ve öğretimine de katkıda bulunmuştur.
Dergâhlar mezhebi, meşrebi ve coğrafyası ne olursa olsun bütün İslam toplumlarında var olmuştur. Tarikatı farklı olan müslümanlar aynı mezhebin çatısı altında buluşurken farklı mezheplere mensup müritler aynı tarikatın mürşidine bağlanabilmişlerdir. Şiî ve Hanbelî mezhebine mensup olan bazı müslümanların tasavvufî meselelere genel olarak farklı ve muhalif bir noktadan bakmaları bu yaygınlığı engelleyememiştir.
Özellikle Osmanlı topraklarında hemen her tarikata ait tekkeler faaliyet göstermiştir. Devletin kurucusu Osman Gazi'nin Vefâiye tarikatına mensup bir tekke şeyhi olan Edebâli ile olan ilişkisi, Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik'te açılan medresenin başına bir Fusus şârihi ve Ekberiye tarikatına mensup olan Dâvûd-ı Kayserî'nin getirilmesi, Yıldırım Bayezid'in Kübreviye yoluna bağlı Emîr Sultan ve Kâzerûniye dervişleri ile münasebetleri, nihayet Fâtih Sultan Mehmed'in, Hacı Bayram Velî'nin yanında yetişen Akşemseddin ile olan ilişkileri, devletle tekke mensupları arasındaki ilişkinin kuruluş safhasına işaret etmektedir. Bu ilişkiler genel hatlarıyla XX. yüzyıla kadar böyle devam etmiştir. Bunun göstergelerinden biri de son yüzyılın başında başşehir İstanbul'da farklı tarikatlara mensup 250 kadar dergâhın varlığıdır.
Tasavvufî kültürün bazı uzantı ve tezahürlerine karşı çıkan ve bazan onları bidat/sonradan dinî hayata dahil olan, bazan da İslam dışı olarak gören kimselerin görüşleri zaman zaman bu mekânların aleyhinde bir ortam doğurmuş ve sert tedbirlerle karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur. Bu gerginliğin Osmanlılar'da en meşhur örneği XVII. yüzyılda cereyan eden Kadızâde-Sivâsî tartışmalarıdır. Sesli/kıyamî zikir meclisleri, bu tartışmaların sonunda XVII. yüzyılda yirmi yıla yakın bir süre İstanbul'da yasaklanmıştır. Söz konusu tartışmaların şahidi olan Kâtip Çelebi'nin, Mîzânü'l-Hak isimli eserinde konu ile ilgili önemli tespit, tahlil ve değerlendirmeleri vardır.
Devlet, tekke ve tarikatlara karşı genellikle eşit uzaklıkta durmuş, siyasî otorite ile ters düşen derviş ve tarikatların tekkelerini ise sürekli gözlem altında bulundurmuştur. XV. yüzyılda Bedreddinî, XVII. yüzyılda Melâmî, XIX. yüzyılda Bektaşî tekkeleri böyle bir katı tavırla karşılaşmışlardır.
1812'de dergâh vakıflarını denetim altına alan Osmanlı Devleti, Tanzimat'tan sonra daha köklü tedbirlere başvurmuş ve Meclis-i Meşâyih'i kurmuştur. Eğitim ve adalet mekanizmasının en üst kuruluşu olan şeyhülislamlığa bağlı olarak 1866'da faaliyete geçen bu kurum tekkelerin yönetiminden sorumlu olmuştur. 18 Temmuz 1918 tarihli Takvîm-i Vekâyi'de yayımlanan on dokuz maddelik Meclis-i Meşâyih Nizamnamesi'ne göre ise İstanbul'da bulunan tekkelerin yönetimi Meclis-i Meşâyih'e, taşrada bulunan tekkelerin yönetimi ise müftülerin başkanlığında kurulacak olan Encümen-i Meşâyih'e bırakılmıştır. Tekkeleri resmî ve hususi olarak iki gruba ayıran bu nizamname ile asırlardır süregelen malî özerklikle birlikte idarî özerklik de sona ermiş, dergâhlar, merkezî bürokrasinin kontrolüne ve denetimine girmiştir.
Söz konusu nizamnamenin gereği olarak yayımlanan bir dizi talimatnamede şeyh ve dervişlerin yetiştirilmesinden, bu kurumların nasıl teftiş edileceği ve nasıl temiz tutulacağına varıncaya kadar pek çok konu ele alınmış ve ayrıntılarıyla tespit edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa'nın, İstiklal Harbi için 1919'da faaliyete geçtiği zaman yaptığı ilk işlerden biri de Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde bulunan tekke şeyhlerine mektup yazmasıdır. Dergâh mensupları bütün imkânlarıyla bu seferberlik hareketini desteklemiş 1920 yılında Ankara'da oluşan Büyük Millet Meclisi'nde birçok şeyh efendi görev almıştır. İlk meclisin başkan vekillerinden biri Konya Mevlânâ Dergâhı postnişini Abdülhalim Efendi, diğeri Hacı Bektaş Velî Dergâhı şeyhi Cemâleddin Efendi olmuştur.
1924 yılında Diyanet İşleri Riyaseti kurulurken cami ve mescitlerle beraber tekke ve zaviyelerin yönetimi de bu kuruma devredilmiştir. 30 Kasım 1925 tarihinde çıkan 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun ile de Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki tekkeler kapatılmıştır.
Cumhuriyet döneminde, dergâhların faaliyet alanlarını eğitim ve sosyal hayattaki etkilerini uzun zaman gündeme getirmek -dönemin şartları sebebiyle- mümkün olamamıştır. Hüseyin Vassâf'ın (ö. 1929), dergâhların kapatıldığı sene tamamlanan ve İstanbul tekkeleri hakkında çok geniş bilgi veren beş ciltlik Sefîne-i Evliyâ isimli kitabı, seksen sene sonra basılabilmiştir. Şemsettin Ulusoy'un (ö. 1936) Bursa dergâhlarını genişçe tanıttığı Yâdigâr-ı Şemsî isimli eseri ise vefatından altmış yıl sonra basılabilmiştir. Konuyla ilgili bilgi veren ve yeni harflerle basılan ilk eser Osman Nuri Ergin'in beş ciltlik Türk Eğitim Tarihi'dir (İstanbul 1939-43). Arşiv belgelerine dayanan ilk makale ise Ömer Lütfi Barkan tarafından kaleme alınan ve Vakıflar Dergisi'nin ikinci sayısında 1942 yılında yayımlanan "Kolonizatör Türk Dervişleri"dir. Bu büyük makale kitap olarak da yayımlanmıştır. Fütüvvetnameler, ahî zaviyeleri ve esnaf eğitimi ile ilgili Arapça, Farsça, Türkçe ana metinler, 1940'lı yılların sonu, 1950'li yılların başında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası'nda Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır. Dergâhların son temsilcileriyle bizzat görüşerek ayakta kalabilenlerin fotoğraflarını çekerek, matbu ve yazma eserlerdeki bilgileri bir araya getirerek oluşan Cemalettin Revnakoğlu (ö. 1967) arşivi ise Mustafa Koç tarafından Revnakoğlu'nun İstanbul'u adıyla beş cilt halinde yayımlanmıştır (İstanbul 2021).
Dergâhların, sanat tarihi ve mimarlık açısından incelenmesine Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Osmanlı mimarisi ile ilgili meşhur abide eserleriyle başlanmış Baha Tanman ve öğrencileri aynı işe devam etmiştir. Gölpınarlı Mevlevîlik tarihini aydınlatan eserlere imza atarken, Türkiye mevlevihaneleri ile ilgili en geniş araştırma Barihuda Tanrıkorur tarafından doktora tezi olarak hazırlanmıştır (2000). Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1939 yılından beri yayımlanmakta olan Vakıflar Dergisi, konuyla ilgili birçok makaleyi ilim ve sanat âlemine sunmuştur.
Süreyyâ Fârûkî, Bektaşî tekkelerinin tarihi ile ilgili eserin yazarıdır. Nurhan Atasoy'un Derviş Çeyizi farklı tarikatlara mensup derviş kıyafetlerini ele alırken Necdet Tosun tekke yemekleri ile ilgili bir eser yayımlamıştır. Dergâhlarla musiki tarihimiz, musikişinaslarımız ve şairlerimiz arasındaki güçlü bağ ise önce Sadettin Nüzhet Ergun'un (ö. 1946) eserlerinde ortaya konmuştur. Bütün bu konulara kısaca temas eden Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler başlıklı ilk müstakil eser ise 1977 yılında yayımlanmıştır. Mehmet Akif Köseoğlu'nun 2022'de tamamladığı doktora tezi de İstanbul dergâhları ile ilgilidir.
Abdülkerîm Şeyh Mûsâ. Makâlât-ı Seyyid Hârûn. haz. C. Kurnaz. Ankara 1991.
Aydın, Bilgin. “Meclis-i Meşâyih”. DİA. 2003, XXVIII, 247-248.
Bandırmalızâde. Mecmûa-i Tekâyâ. İstanbul 1307.
Barkan, Ömer Lütfi. “Kolonizatör Türk Dervişleri”. Vakıflar Dergisi. sy. 2 (1942), s. 279-304.
Câmî, Abdurrahman. Nefehâtü’l-Üns. çev. Lâmiî Çelebi. İstanbul 1289.
Ergin, Osman [Nuri]. Türkiye Maarif Tarihi. I-V, İstanbul 1939-43.
Gündüz, İrfan. Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri. İstanbul 1984.
Kara, Mustafa. Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler. İstanbul 1999.
a.mlf. Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler. İstanbul 2001.
a.mlf. “Tekke Eğitimi ve Literatürü”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi. 6/12 (2008), s. 107-138.
Kunter, Halim Baki. “Tarsus’taki Türkistan Zaviyelerinin Vakfiyeleri”. Vakıflar Dergisi. sy. 6 (1965), s. 31-50.
Ocak, Ahmet Yaşar. “Zaviyeler”. Vakıflar Dergisi. sy. 12 (1978), s. 247-269.
Savaş, Saim. Bir Tekkenin Dinî ve Sosyal Tarihi: Sivas Ali Baba Zaviyesi. İstanbul 1992.
Tanman, M. Baha. “Âsitâne”. DİA. 1991, III, 485-487.
Uludağ, Süleyman. “Hankah”. DİA. 1997, XVI, 42-43.
Kaynak: https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/dergah
Bilgi paylaştıkça çoğalır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.
Tasavvufî eğitimin yapıldığı mekân.